İletişim kazaları
- Ömer Yıldırım
- 22 May 2021
- 5 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 23 May 2021

Türk Dil Kurumu iletişim kelimesini “duygu, düşünce veya bilgilerin akla gelebilecek her türlü yolla başkalarına aktarılması, bildirişim, haberleşme, komünikasyon” olarak açıklamaktadır.
Zihnimizde oluşan düşünceler ile hislerimizi ve duygularımızı ifade etmek için kelimelere ihtiyaç duyarız. Ya yazarak ya da seslendirerek kendimizi ifade ederiz.
İletişim, konuşanla dinleyenin bildiği kelimeleri kullanmakla gerçekleştirilir. Konuşanın kullandığı kelimelerin anlamı dinleyende de aynı ise iletişim sağlanmış olmaktadır. Aynı kelimelere farklı anlamlar yüklenmiş ise o zaman aynı dilde konuşsak da aynı anlamla konuşamadığımız için iletişim kurulamamaktadır. Bu durumda iletişim kazaları, tartışmalar ve kavgalar da kaçınılmaz olmaktadır.
İletişim kazaları yaşandığında arabulucu olanlar şu ifadeleri kullanırlar “asılında onu demek istemedi” “evet öyle söyledi ama şunu kastetti.” Neredeyse kimse ne demek istediğini ifade edememektedir.
Buradan da açıkça görülmektedir ki söyleyenin kelimeye yüklediği anlam ile dinleyenin bildiği anlam aynı değil. Sıkça kullanılan bazı ifadeleri ele alalım. Örneğin siz yeni tanıdığınız birine arkadaş derken karşınızdaki arkadaş kelimesinin “arkanı yaslayabileceğin ve kendini güvende hissedebileceğin” arkam-taş ifadesinden geldiğini bilip arkadaş ifadesini ona göre anlamlandırdı ise aynı kelimeyi konuşurken aynı manayı düşünmediğiniz çok açık. Dolayısı ile siz karşınızdakinin arkadaş sözüne itibar edip o kişiye güvendiğinizde onun da yeni tanıştığı için o ifadeyi kurduğunu öğrendiğinizde işte orada bir iletişim bozukluğu söz konusu olmaktadır.
Bir diğer ifade ise nefret ve öfke. Kafede çayını geç getiren çalışana kızan biri ile Şah İsmail’e savaş açan Yavuz Sultan Selim aynı duygu ile tepki veririler. İkisi de öfkelendiğini söylemektedir. Dolayısı ile ya duygular ya da duygulara yüklenen anlamlar kaymıştır. Daha sevimli ve güzel bir kavram seçelim “aşk” ve “canım” kelimesi. Çok sık kullanılır hale gelmiş dile pelesenk olmuştur adeta bu sözcükler.
Herkes canınız ya da aşkınız değildir. Zamanla önce kelimeler sonra da onlara yüklenen anlamlar ve duygular ucuzlamaya başlar.
Aslında biz ifadeleri yerine koymaya çalışırken o ifadeleri yansıtan duyguları ve durumları da korumuş olmaktayız. Aksi takdirde bir süre sonra aynı dili konuşan ama aynı anlamları konuşamayan ve dahi anlaşamayan bir toplum olmamız kaçınılmazdır.
Kelimeler sadece birer yazıdır, simgedir bizler onlara yüklediğimiz anlamlar ve duygular ile anlaşırız.
Yalansız Hayat Mümkün Mü?
İnsan konuşmaya başladığı andan itibaren yalan söyler. Yalan; gülmek, ağlamak kadar kadim bir geçmişe sahip ve vazgeçilemeyecek bir hakikattir. Kişi yalnız iken yalan söyleyemez yalanın varlığı en az bir kişi daha olduğunda söz konusu olur. Yalan, TDK tarafından doğru olmayan, gerçeğe uymayan söz tanımıyla açıklanır. Kişinin kendini ya da sevdiği birini koruma düşüncesi ile niyetini de saklayarak söylediği yalanlar, gerçekleri akla uydurmanın yolu olarak kabul edilir. Dolayısıyla gerçek ile yaşanan arasında bir uyum olmama durumu yalanı ortaya çıkarır. Ayrıca yalan söylemek, düşünme ve yaratım gerektirir. Kişinin söylediği yalana çevresindekileri inandırması da o kadar kolay değildir.
Herkesin mutlaka yalan söylediği düşüncesinden hareket ederek yalanın doğasını tanımaya çalışan insanların neden yalan söylediğini ve ilişkilerde yalanın nasıl yakalanacağını araştıran Dr. Paul Seager ve Dr. Sandi Mann’ın ifadesine göre ise yalan,
“başarılı olsun ya da olmasın, söyleyenin aslında doğru olmadığını bildiği ve söylenen kişiye gerçek olmadığının bildirilmediği bir inanç yaratmak için sarf edilen kasti çabadır”. (Seager, Mann, 2010: 11)
İnsanın ikinci doğası olarak kabul edilen yalan, kasıtsız söylenmesi imkânsız olandır ve Claudia Mayer (Mayer, 2008: 12-25) yalanı, sosyalleşmenin getirdiği bir yeti olarak vazgeçilmez bulurken, aynı zamanda toplumsal bir uzlaştırıcı rolü üstlendiğini iddia ederek yalanın övülesi yanları olduğunu savunur.
Yalan hayatın bir vazgeçilmezidir. Yalansız bir toplumda insanların sosyal yaşamı zorlaşır. Dayanılmaz bir hale gelir hayat. Birinin “nasılsın” sorusuna genelde “iyiyim” diyerek cevap veririz ki bu sık söylenen bir yalandır fakat bu yalanın kimseye bir zararı yoktur. Dile pelesenk olmuştur. İki dargın ya da kavgalı arkadaş ya da eş arasını da düzeltmek için türlü yalanlar söyleriz hatta bu hususta yalan söylemek niyet ön planda düşünülerek doğru olarak görülür ve hatta tavsiye edilir. Morale ihtiyacı olan bir kanser hastasına doktorun dahi sakladığı gerçeği doğruluk adına “az ömrü kaldığını” söylemek tepki ile karşılanır. Burada yalan söylemek zaruridir. Birçok öğrenci ve yarışmacıya daha başarılı olması uğruna “aferin” “çok güzeldi” “çok iyi idin” gibi yalanlar nerede ise gerekli hale gelmiştir. İslam peygamberi Hz.Muhammed yalanla ilgili şunları söylemiştir:
"İbrahim aleyhisselam sadece üç yalan söylemiştir: Bunlardan ikisi Allah`ın zatıyla ilgili; biri ... sözüdür; diğeri de ... sözüdür. Bir tanesi de zevce-i pakleri Sare Hatun hakkındadır. Hz. İbrahim zalim birinin diyarına (Mısır`a) beraberinde Sare de olduğu halde gelmişti. Sare güzel bir kadındı. Sare`ye: "Bu cebbar herif, bilirse ki sen karımsın, senin için bana galebe çalar. Eğer sana soracak olursa, kız kardeşin olduğunu söyle! Çünkü sen, zaten İslam yönünden kardeşimsin, din kardeşiyiz. Ben yeryüzünde senden ve benden başka bir Müslüman bilmiyorum" dedi. (Hadisi Şerif, Ravi: Ebu Hureyre)
"Ey insanlar! Pervanenin ateşe atılması gibi sizi yalanın peşine düşmeye sevk eden şey nedir? Hâlbuki üç yer hariç yalanın her çeşidi âdemoğluna haramdır: Bu üç yere gelince: 1) Erkeğin, rızasını sağlamak için hanımına yalanı, 2) Harpte söylenecek yalan. Çünkü harp bir hileden ibarettir. 3) İki Müslümanın arasında sulhu sağlamak kastıyla söylenen yalan." (Hadisi Şerif, Ravi: Tirmizi)
Bazen yerinde yalan, doğrunun önüne de geçebilmektedir.
Müslüman gencin biri, iftiraya uğrar. Sonunda idama mahkûm olur. İnfaz saatini beklerken, kendisine iftira edenlere, bu arada hükümdara ağzına gelen sözleri sarf eder, sövüp sayar. Bu acı acı bağırmalar, bir müddet devam eder. Hükümdar, saraydan bu feryatları duyar. Fakat ara uzak olduğu için ne söylediğini anlayamaz.
İki vezirinin yanına giden hükümdar, bu gencin neler söylediğini sorar. Birinci vezir, “Hükümdarım bu genç, “Allah, affedenleri aziz eder” hadis-i şerifini söylüyor, "Affedenlerin yeri Cennet" diyor ve sizden af talebinde bulunuyordu der. Bu söz, hükümdarın hoşuna gider. “Bu genci affettim, serbest bırakın” der. İkinci vezir, hemen atılır: “Haşmetli hükümdarımız, bu veziriniz, zat-ı âlinize karşı, yalan söylüyor. Genç, af istemiyor, size sövüp sayıyordu” der. Hükümdar der ki: “Bre vezir, sen yersiz doğru söylemekle, iki kişinin ölümüne sebep olmak istiyorsun. Şu vezirin yalanı ise bir canı kurtarmıştır. Unutma ki, iş bitiren yalan, fitneye sebep olan doğrudan iyidir.”
Hükümdar, yersiz doğru söyleyen veziri azleder, yerinde yalan söyleyerek bir suçsuzu idamdan kurtaran veziri de kendisine sadrazam yapar.
Bu ve benzeri örnekler çoğaltılabilir. Yaşadığımız toplum bu tarz yalanların diğer zarar verici yalanlardan ayırmak için bir sıfat ile tanımlayarak “beyaz yalanlar” “pembe yalanlar” olarak isimlendirmiştir. Bir kavramın zarar verme durumu göz önüne alındığında genel olarak o ifadeye ve duruma karşı tavır almamız bizim önyargılarımızı güçlendirir. Örneğin her zararlı olan eylem ve düşünce kendi içinde ayrılmalıdır. Birine zehirli yemek sunulduğunda yemeği kötüleyemeyiz. Ya da katilin elindeki cinayet silahı olan kesici aleti bıçağı lanetleyemeyiz çünkü aynı kesici alet cerrahın elinde neşter olarak hayat kurtarmaktadır.
Elbette ki burada yalanı “nasılsa vazgeçilmez bir gerçektir” diyerek olumlu olarak gösterme niyetinde olamayız. Fakat kavramlara topyekûn karşı gelmenin ve hep aynı yerden genelleyerek yargılamanın iletişimde büyük kazalara sebep olacağı da bir gerçektir. Sadece bu kavramdan hareketle bakış açımızı değiştirerek daha boyutlu bir iletişim kurabiliriz. Yalanın tarifine tekrar baktığımızda her doğru olmayan, gerçeğe uymayan söz zararlı mıdır? Şöyle içimizden geçenleri filtrelemeden olduğu gibi karşımızdaki kişiye söylediğimizi bir düşünelim.
Hayatımızı mutlu devam ettirebilmemiz için muhakkak bir yalana ihtiyaç duyarız. Ki bu yalan genelde karşımızdaki kişinin mutsuz olmaması ya da tebessüm etmesi için olur. Ya da kendimizi zor bir duruma sokmamak için söyleriz. Örneğin bize yapılan bir iş ya da eş teklifini o anda düşündüğümüz hali ile söylediğimizde muhatabımızı kıracak ya da üzeceğimizi düşünerek ya kararsız olduğumuzu ya da başka bir bahane uydurmak sureti ile reddederiz. Oysa bu iki gerekçe de gerçekle ilgisi olmayan o an tasarladığımız cümlelerdir. Fakat bu kurgu hem karşımızdakini üzmeyecek hem de bizi rahatlatacaktır.
Burada kritik olan şudur, yalan söyleyerek kişiye maddi ya da manevi zarar veriyor muyuz ya da bir kayba sebep olacak mıyız? İşte tehlikeli boyut burada devreye girmektedir. İletişim de ortak dili yakalamak bizi kavgadan ve tartışmadan uzak tutacaktır. Peki, nedir bu ortak dil? Öncelikle iletişimimizin aracı olan kelimelerin anlamlarında mutabık kalmak. Diğer ortak dil ise gönül birlikteliği, aynı duygularda buluşabilmek. Bu noktada namıdiğer, bozkırın tezenesi Neşet Ertaş’ın gönül dağı türküsü ile yazıya son vermeli vesselam.
…
Dost elinden gel olmazsa varılmaz
Rızasız bahçenin gülü derilmez
Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez
Gönülden gönüle giden yar oy yar oy yar oy yar oy
Yol gizli gizli yol gizli gizli
…
Kaynakça:
Seager, Dr. Paul – Mann, Dr. Sandi (2010). Yalan, çev: M. Onur Doğan, İstanbul: Sel Yayınları. sayfa11)
Mayer, Claudia (2008). Yalana Övgü, çev: Nihal Ünver, Ankara: Phoenix Yayınları. sayfa12-25)
Hz. Muhammed, Ravi: Ebu Hureyre, Kütübü Sitte, Hadis no: 5212
Hz. Muhammed, Ravi: Tirmizi, Birr 26, (1940)
Comments