İnsan nice roller oynar da oynadığını fark edemez! “PERSONA”YA HÂKİM OLMAK
- Ömer Yıldırım
- 22 May 2021
- 9 dakikada okunur

Ünlü İngiliz tiyatro eserleri yazarı William Shakespeare'in 1600 yılında yazıldığı tahmin edilen ünlü pastoral (kırsal-doğal) "As You Like It" komedi oyunundan bir monologla başlayalım bu yazımıza...
Dedirtiyor ki Shakespeare, As You Like It oynunun bir yerinde ve kahramanlarından birine:
“Bütün dünya bir sahnedir ve kadın-erkek herkes ancak birer oyuncu. Sıraları geldikçe ya girer ya çıkarlar sahneye. Ve her bir insan nice roller oynar ömrü boyunca: İnsanın, yaşadığı perdeler, yedi çağdır. Başlangıçta, salya sümük ağlayan ve kusan bir bebektir. Sonra sabah tazeliğiyle yüzü ak pak; salyangoz hızıyla isteksiz okula giden mızmız bir oğlan.
Derken âşık ocak gibi iç çeker…
Altıncı çağa ulaştığında, terlikleri ayağında sıska bir soytarıdır. Gözlükleri burnunda kesesi yan cebinde. İyi saklanmış gençlik pantolonları o cılız bacaklarına öyle bol gelir ki bir âlem.
O kalın erkek sesi incelir incelir de çocuk sesine döner sonunda düdük olur.
Ve son sahne gelir de bu garip olayların tarihini tamamlar.
İkinci çocukluk salt unutkanlıktır o. Ne diş kalır ne tat ne göz ne de hiçbir şey.”
***
Shakespeare’in, As You Like It’ındaki monologdan yola çıkarak; Acaba, yaşadığımız hayatı bir oyun olarak görebilir miyiz? Ya da oyunlarımızı hayatın bir parçası olarak… İşte tüm sanat formatları yani kitaplar, çizimler, filmler, müzikler ve tiyatro oyunları hep bu soruları sordurur insana. Oysa bizler, “sanatı” sanki hayatın dışındaki “gerçek” olmayan bir çembere sıkıştırarak düşünürüz. Yaşadığımız hayat, “gerçek” fakat izlediklerimiz ve okuduklarımız sanki “sahte” ve “hayal ürünü”… “Gerçek”, “sahte” ve “hayal ürünü” gibi birçok ifadeyi de tırnak içinde kullanabiliriz durumu tarif noktasında. Çünkü bunlar, bakıldığı yere göre değişken ilaveten okuyana göre de farklılık arz eden durum tarifleri sayılabilir. Malum… Herhangi biriyle konuşurken kişi, muhatabı olan şahsın ya yanında ya da karşısında bir pozisyon alır. Yani insan, durduğu yere göre, baktığı kişinin bazı yerlerini daha detaylı görürken bazı yerlerini göremez bile. Fiziksel olarak, nasıl ki durduğu yerin zaviyesinden bakıp karşısındaki portreyi, resmi hatta manzarayı farklı farklı yorumluyorsa insan, aynı husus onun düşünce ve duyguları için de geçerli olamaz mı? Shakespeare dört yüz yıl önce “Aslında hiçbir şey iyi veya kötü değildir. Her şey bizim onlar hakkında ne düşündüğümüze bağlıdır” demiş. Bakış açımızı değiştirmek deyim yerindeyse mutluluğun anahtarı mesabesinde. Bu konunun önemini daha da pekiştirmek adına Shakespeare’den bin yıl önceye gidiyoruz. H.z. Muhammed (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Olaylar değil, onlar hakkında düşündükleriniz sizi üzer.” Bir genel geçer olarak “Kişi, baktığı yere göre düşünür ve yorumlar!” dense doğru olmaz mı? Galiba…
O halde gelin; şimdi de farklı pozisyonlardan da “gerçek” ve “oynamak” kavramlarını düşünelim. Ne dersiniz? İnsanın işyerinde, evinde ve sosyal ortamlarda beğenmediği kişileri tanımlarken; “Oynuyor” kelimesini sıklıkla kullandığının farkında mısınız? Yoklayın bakalım kendinizi; bugün kaç kez, filankes için; “Oynuyor!” tarifini yaptınız? Bu tarifi, sadece halktan insanlar mı yapar? Hayır tabii… Mesela son zamanlarda, siyasilerin dillendirdiğine şahitlik ettiğimiz çok moda bir deyim ulaşıyor kulaklara. Onlar da diyorlar ki muhaliflerinin durumunu tarif için; “Bunlar tiyatro oynuyorlar!” ya da “Oyun oynama…” Aslında bu ifadeler, toplumun her kesiminde, muhatapları ciddiye almama ve olumsuz algılatma hususunda zirvede durmakta. Daha önceki bir yazımızda, “15 Temmuz” hadisesi ile ilgili tiyatro benzetmesi yapıldığını hatırlatmış ve bu hususun “Hayat ve Tiyatro Dilemmasının köken birliğine” kısaca değinmiştim. Galiba, Haber Ajanda dergimizin, 2017 Eylül ayı, sayısındaydı… Ola ki bir kez daha göz atarsınız…
***
Burada şöyle bir tarif ve soruyla devam edelim yolculuğumuza… Hayat, hayattır da… Peki, nedir oyun?
Aslında… Oyun kavramı ve oynama güdüsünün kökeni, insanlık tarihi kadar eski sayılabilir. İlkel çağlarda, günlük hayatın bir parçası şeklinde icra edilen, avlanma sırasında ava yaklaşırken pusuya yatma, av etinin verdiği doygunluk ve mutluluğun karşılığı olarak şükür tapınmaları esnasında okunan dua, aile ya da klan bireylerinin birbirine karşı sergiledikleri sevgi ya da sevgisizlik gösterilerinde bulunurken yapılan mimik ve jestler ve benzeri durumlarda ne yapmaktadır insan? Oynar! Yani yeniden yaşarcasına aktarıla gelen hikâye gibi insanın içinde, inandırma ihtiyacı duyarak veya duymadan hep bir oynama güdüsü vardır diyebiliriz. Bu bağlamda… İlk insan toplumlarının, kendi ilkelliği içerisinde yapageldiği büyük faaliyetleri, zaten oyunla iç içedir çoğu zaman.
İnsanın iletişim kurabilmek, hafızaya depolamak, hatıra ve bağlı olarak deneyim depolamak, her veçhesiyle yaşamı öğrenebilmek ve sosyal hiyerarşi içerisinde emredebilmek ya da emre amade olabilmek amacıyla kendisi için yaratılan şu ilk ve yüce araç olan dili bir düşünelim; isterseniz... Bilindiği gibi insan, dili sayesinde nesneleri ayırmakta, tanımlamakta, fark etmekte... Yani tek kelimeyle her şeyi adlandırmakta... Başka bir ifadeyle, “eşyayı ve şeyleri” zihin alanına yükseltmektedir.” de diyebiliriz. Dilin yaratıcısı olan zihin oyun oynayarak, maddeyle düşünülen “şey” arasında sürekli olarak gidip gelmekte. “Soyutun her ifadesinde bir simge vardır.” Denir ya… Ve her simge de bir kelime oyunu içermektedir aslına bakılırsa.
***
Hollanda'nın en büyük tarihçilerinden biri de Johan Huizinga olarak bilinir. Huizinga’nın, Groningen ve Leipzig Üniversitelerindeki güçlü bir öğrenimin ardından Doğu üzerine yaptığı bir uzmanlık teziyle tanındığını da söyleyelim. Hatta onu, bilim doktoru yapan söz konusu tezdir de denilebilir. Söz konusu, Batılı tarihçi, “Homo Ludens” eserinde diyor ki… “İlkel topluluk, kendine dünyanın esenliğini güvenceye alma olanağı sağlayan kutsal ayinlerini, adaklarını, bağışlarını ve törenlerini kelimenin gerçek anlamıyla basit oyunlar biçiminde gerçekleştirmekteydi. Efsane ile ibadetin kaynaklarından, kültür hayatının büyük faaliyetleri doğmakta. Yani düzen ve hukuk, ticaret ve endüstri, sanat ve zanaat, şiir ve edebiyat, bilgelik ve bilim Efsane ile ibadetin yankısı ve yansısıdır. Ya da bunların köklerinin bir kısmı da oyunsal eylem alanındadır.”
İnsanın, hissettiği ve düşündüğü her şeyi olduğu gibi dışa yansıtamadığı ya da yansıtmadığı hepimizin malumu değil mi? Ya da öyle olmadığını mı düşünüyoruz? Daha iyi anlaşılabilmek için biraz abartılı bir örnekle başlayalım istiyorum bu paragrafa. Şimdi, sürekli arayıp da ulaşamadığınız bir kişi düşünün. Siz aradığınızda, aradığınız o kişi, yanındakine dönerek ve sizi kastedip; “yine ne isteyecek acaba?” ya da “açarsam uzun konuşur ve kafamı şişirir!” demiş olabilir mi? Muhtemelen... Buna rağmen muhtemel olan yerine, ilk karşılaşmanızda; “Aradığını görmedim...” ya da “Ancak şimdi müsait olabildim!” sözleri, gerçeği yansıtmasa bile sizi daha mutlu eder ve siz, bunları duymak istersiniz. Zira samimiyet, bu hususta işin aslını açıklamak yani oynamamak, kalp kırıklığına belki de tartışmaya sebep olabilir.
Bir örnek daha verecek olursak… Kişinin, sayılı günleri kalan ve morale ihtiyacı olan bir kanser hastasını ziyaret etmiş olduğunu düşünelim. Ve ziyaret esnasında, ziyaretçinin gerçek duyguları bambaşka olsa ve hiç de iç açıcı olmasa… Ne yapar dersiniz ya da ne yapmalı? Tabii ki o an ziyaretçi, hastaya neşe aşılamak, moral vermek, vücut ve beyin direncini artırmak için esprili ve müspet bir dil kullanarak muhatabına hayat sevgisini sunmalı... Yani oyun oynamalı! Zira hiç kimse bu hususta ziyaretçiyi; “Neden sahte davranış sergiliyorsun?” diyerek yadırgayamaz. Bilakis, ziyaretçi oynadığı oyun nedeniyle takdir toplar ve dua alır diye düşünüyoruz.
Bu açıdan bakıldığında “oynama” ve “kendin olma” kavramlarını kullanırken kişi, hem kendini hem de çevresini yeniden gözden geçirmeli. İnsan, beğenmediği biri için nefret duygusundan bir adım önce dedikodusunu yaparken; “Hiç de gerçek değil, oynuyor!” ifadesini kullandığında, başkaları o insana; “Acaba, sen hangi rolleri oynuyorsun şu hayatta?!” diye sorulmalı mı? Galiba evet! Bu davranışın, duygusal bir tepkiden ziyade bilimsel bir görüşe dayandığını da kayda geçmeliyiz.
Zannediyoruz ki pekçoğunuz, Carl Gustav Jung’ı tanımaktasınız. 1875 – 1961 yılları arasında yaşamış olan İsviçreli psikiyatr... “Analitik psikoloji”nin de kurucusu. Bununla birlikte “Derinlik Psikolojisi”nin Sigmund Freud ve Alfred Adler ile beraber üç büyük kurucusundan birisi olan Jung'un, psikolojik teorisine göre “Persona,” sosyalleşme, kültürleşme ve tecrübe bilinçli olarak oluşturulmuş kişiliktir. Jung, kişinin daha güvenli bir iletişim kurabilmesi için maskelere gereksinim duyduğunu ve bu maskelerin de fazlaca olabileceğini söylemekte. Jung’ teorisinde kullandığı, "Persona" terimi oynanan bireysel rolleri ifade eder... Persona, Latince'de hem "kişilik" hem de Romalı oyuncular tarafından giyilen maskedir aynı zamanda. Persona, benlik rolü yapan bir maskedir. Bu anlamda personayla ortaya konan kişilik, iyi oynanmış bir rolden daha fazlası olmasa bile, kişinin kendisi ve diğerleri, ortaya çıkan kişiliğe inanır.
“Personal” durum, hayatın doğal akışında olan bir şeydir aslında. Hatta insan zarar görmemek ve daha güvenli yaşayabilmek için personalarını geliştirmelidir denilebilir. Yani kişinin, kurtulması gereken şey maskeler değil, maskelerin hâkimiyetidir. Bu olayın sosyolojisini düşündüğümüzde ise şöyle bir tanımlama ile karşılaşıyoruz.
Bizler toplumsal yapı içinde işgal etmiş olduğumuz konumlara ve bu konumlara bağlı olarak oynadığımız rollere gireriz. Toplum son derece karmaşık sosyal ilişkiler üzerine kurulu olduğu için birey aynı anda birden fazla statü işgal eder ve dolayısıyla birden fazla rol oynar. Bu durum, bir kadının çocuğunun hem annesi hem de öğretmeni olması ya da bir edebiyat öğretmeninin yazarlık yapması gibi bazen rol çatışmalarına bazen de rol pekişmelerine neden olur. Birey birden fazla statüye sahip olmakla birlikte toplumsal hayatta öne çıkan bir statüsüyle tanımlanır. Sosyolojide bu statüye “anahtar statü” ve bu statünün gerektirdiği davranışa da “anahtar rol” denilir.
İnsanlar aile, iş, arkadaş topluluğu gibi ortamlarda farklı kimliklere ve rollere bürünmeden yapamaz. Hatta aynı aileden iki kişinin iş ortamı ile aile ortamındaki ilişki biçimi de birbirinden farklı olabilir. Bu nedenle günümüzde evdeki karı-koca ilişkisi ile işteki patron-işçi ilişkisi arasındaki farkın, kimlik ve rol bölünmelerine yol açtığı gözlenmekte. Malum insanın yakın arkadaş, öğretmen, aile büyüğü (anne, baba, dede vb.) ve iş görüşmesinde tanıştığı işyeri sahibi gibi farklı birçok sınıftan kişi ile iletişim halinde.... Bu kişinin, muhataplarının hepsiyle ayrı ayrı ilişki ve mesafesi vardır. İnsan, öğretmenine karşı yakın arkadaşının yanağından makas alır gibi davranabilir mi? Aile büyüklerine karşı sergilenen rahatlık, iş görüşmesindeki patrona karşı sergilenemez elbette.
Yukarıdaki gibi örnekleri çoğaltabiliriz. Hülasa insan, ilişki içinde olduğu insanların her birinin karşısında, farklı bir rolün sahibidir. Duruma içten geleni değil; o ilişkideki rolün sınırları içinde davranmak durumu insanın alışkanlıklarından sayılmakta.
Sahnede, ezberindeki metni oynayan ya da doğaçlama yapan oyuncu ile oyuncu olmayanın arasındaki temel benzerlik sergiledikleri rollerdir temel itibarla. Peki, oyuncu olmayanların “persona”larını farklı rollerini düşündüğümüzde ona da oyuncu diyebilir miyiz? Aslında teoride diyemeyiz. Peki ya pratikte nasıl oluyor? Oyuncu olmayana tıpkı oyuncular gibi bir metin veriliyor mu? Elindeki teksti, ezberlemesi isteniyor mu ondan?
Biraz düşünürsek aslında evet... Küçük resimden, büyük resme doğru açılırsak; önce ailede başlıyor ezberler. “Burada böyle davranacaksın; orada, asla şu ifadeyi kullanmayacaksın!” vb. gibi… O kadar çok ki! Şimdilik burada, misafir karşısındaki duruş, düğünde ve cenaze evindeki ritüeller ve merasimleri, es geçiyoruz. Zira o da ayrı bir makale konusu. Daha genişe açıldığımızdaysa kültürün, toplumun ve inancın gelenek ve kuralları ile rollerimiz hatta konuşmalarımızın da nasıl “saklı bir Teatral dokuyla şekillenmekte olduğuna tanıklık ederiz ve şaşırırız. Rahmetli Gazanfer Özcan ile bir sohbetimizde bana şunu söylemişti “aslında devamlı sahneden çok dışarıda mutlu insan rolü oynamak zorunda hissediyorum. O beni daha çok yoruyor.”
Peki, “Hayat ve Tiyatro”nun personalarının adı konmamış kurallarına uymazsak yani oyun oynamazsak ne olur? En hafif deyim ile birçok sıfat ile itham edilebilir ve toplumdan dışlanırız.
***
Şimdi, bu makale okurken, siz sevgili kardeşlerimiz tarafından; birtakım suallere muhatap olacağımız geliyor aklımıza. Mesela denilebilir ki sosyal ilişkilerde, bunca “sahte ve yapmacık” tavırları olumsuz görmüyor musun? Konuyu “olumlu”ya mı getireceksin? Evet, böyle bir duruma maruz kalacağımızı tahmin ediyoruz. Zira sizler, bu satırları okurken mütemadiyen kulaklarımız çınlayacaktır da diyebiriz.
Bu hususu yine William Shakespeare'in ünlü “Hamlet” oyunundan bir örnekle açmak isterim. Oyunun başkahramanı, Danimarka Prensi Hamlet’in karşısına ölen babasının hayaleti çıkar ve kendisini –kral olmak için- kardeşinin öldürdüğünü söyler ve ortalıktan kaybolur. Hamlet için kabullenmesi zor iddiadır bu. Acaba gerçekten de babasını, amcası mı öldürmüştür? Bunun üzerine Prens Hamlet, gerçeği öğrenmek için bazı aktörleri etrafına toplayıp hadiseyi bir oyun ile sahnelemek ister. Amacı, oyun oynanırken kenardan amcasının yüzüne bakarak gözlerindeki saklı gerçeği görebilmektir. Ve Hamlet, oyuncuları karşısına alıp oyun öncesi şu konuşmayı yapar: "Verdiğim parçayı, ne olur, dediğim gibi, rahat, özentisiz söyle. Çünkü birçok oyuncular gibi söz parlatmaya kalkacaksan, mısralarımı şehrin tellalına okuturum daha iyi. Elini kolunu da havalara savurma öyle; ölçüsünde, tadında bırak her şeyi. Duyduğun coşkunluk bir sel, bir fırtına, bir kasırga gibi de olsa, onu dindirecek bir hava bulmalı, buldurmalısın.” Ve bu ve benzeri tavsiyelere ilave olarak, sözlerine devam eder Hamlet; Fazla durgun da olma; aklını kullanıp ölçüyü bul. Yaptığın söylediğini tutsun, söylediğin de yaptığını. En başta gözeteceğimiz şey, yaradılışa, tabiata aykırı olmamak.” Kısaca Hamlet, bu sözleriyle aktörlerden “samimiyet” talep etmektedir. “Oynamayın, yaşayın…” der gibi.
Hayatta; insana zarar veren, kurgu ya da oyun olmadığı gibi maskeler de değildir dense yeridir. Kişileri rahatsız eden kötü düşünceler, kibir, haset ve iftira gibi davranışlardır aslında. Bu kabil düşüncelerin olmadığı hayat ve dahi oyun, kişileri mutlu edeceği gibi geliştirecektir de dense yeridir. Fakat içinde kibir ve haset barındıran bir kişinin, bilakis kendi gibi olmaması ve bu davranışları göstermeyen yani başka bir insan gibi davranması daha çok istenecektir. Çünkü olumlu davranış ve iyi duyguların rol olarak oynanması bile kişiye fayda sağlar. Bu da çok iddialı mı oldu dersiniz. Olsun!
Yine devam edelim rol kesmeye… Buradaki örnek de insanın gönlüne hitap edecek bir alandan inançtan olsun. Mesela… Kur’an okumak üzere oturan bir Müslüman, etkilenmediğini düşünüyor olsun. Bu durumda, Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizin, şu hadisi şerifini hatırlamalı: "Kur'ân hüzünle nazil oldu, onu okurken ağlayınız. Ağlayamıyorsanız, ağlar gibi okuyunuz (veya kendinizi ağlamaya zorlayınız.)" Kaynak: Hazreti Muhammed (s.a.v.) rivayet eden İbn Mâce, İkametüssalah, 176...
Söz konusu bir hadis… Görüldüğü üzere burada, rol yapmaya teşvik bulunmakta. Peki, böyle bir durumda, rol yaparak nasıl bir netice ile karşılaşabiliriz? Bu hususta uzman klinik psikolog Beyhan Budak şöyle söylüyor: “Bazen değişim içeriden dışarıya değil dışarıdan içeriye gerçekleşir. Bu ne demek? Mesela kendini kötü hissediyorsun. Biraz yetersiz biraz da morali bozukmuş gibi hissediyorsun. Peki, ne yapacağız? İçimizin düzelmesini, motive olma halini mi bekleyeceğiz. Bence gerek yok. Dışarıdan sanki özgüvenliymiş gibi rol yapabilirsin. Ben danışanlarıma bunu ödev olarak verdiğimde çok olumlu geri bildirimler alıyorum. Kişiler gerçekte hissetmese bile özgüvenliymiş gibi davrandıklarında bir süre sonra insanlar rol yaptıklarını unutuyorlar ve bu yaptıkları roller gerçeğe dönüşüyor.”
Padişahlar yıkanırken kil toprağını da güzel kokar diye başlarına sürerlermiş. Sonra anlaşılmış ki marifet toprakta değil toprağa o kokusunu veren güldeymiş. Bilindiği gibi güller, her topraktan hoşlanmaz; oldukça taze killi ve organik toprakları tercih eder. Güzel davranışların oynanması ve güzel davranışlı kişilerin arkadaşlığı tıpkı kil-toprak ilişkisi gibi iki tarafı da değerli gösterir. Ve bir süre sonra o davranışın kokusu kişiye sirayet edecek ve rol, gerçeğe dönecektir.
Son söz olarak diyebiliriz ki… İnsan yaşadığımız her an bir plan, bir kurgu ve bir oyunun parçası sayılır. Kişilerin, başlarından geçen bir hadiseyi canlandırarak aktarması yahut duyduğu bir olayı yaşamışçasına akrtarması da bir oyun değil midir? Çocukları seven birinin, olduğundan farklı jest mimik ve ses tonu ile performans göstermesine ne demeli? Cenaze evine taziyeye giden biri, o esnada güzel bir haber alsak ve mutlu olsa davranışı nasıl şekillenir; dersiniz? Mutluluğunu içe bastırıp hüznünü dışarıya yansıtmaz mı? Soralım: “Oynuyor” ve “O, kendi değil aslında…” diye eleştiri yaparken acaba insan, yaşadığı hayatta kaç dakika kendi olabiliyor; hiç düşünmüş müdür?
Hülasa… Zaten, önemli olan kendimiz olmak değil. Sorun, oynamakta da değil... Anlam itibari ile de dönmeye çok müsait olan kalbimizi iyi ve olumlu düşünceler ile sabit tutabilmek ve döndürmemekte. Bilmem, anlatabildik mi?
***
Comments