Toplumun davranış genetiğinin mottoları... ATASÖZLERDEKİ GDO’LU DÖNÜŞÜM
- Ömer Yıldırım
- 22 May 2021
- 8 dakikada okunur

Bir selâm, bin hatır yapar. “Ayranım ekşidir.” diyen olmaz. Büyük lokma ye, büyük söz söyleme! Ayağını yorganına göre uzat! Besle kargayı, oysun gözünü! Elin ağzı, torba değil ki büzesin… Görünen köy, kılavuz istemez. Gülü seven, dikenine katlanır. Gün doğmadan, neler doğar… Sıkça duyduğumuz ya da ara sıra, kendimizin de kullandığız bu cümleleri, peşpeşe dizili görünce şaşkınlığınızı görür gibiyim. Şaşırılacak bir şey yok! Konumuz, “Atasözü” üzerine. Bu sebeple istedik ki ataların kulaklarını çınlatalım.
Bilindiği gibi… Yazarak ya da konuşarak, kendimizi ifade etmeye çalıştığımızda, isteriz ki muhatabımız, bizi anlasın ya da etkilensin fikirlerimizden. Bu, insani bir genetik kod... Bu yüzden, gayet normal bir durum sayılmalı. Herkes konuşur. Bazen de aynı şeyi söyler. Ama etkileme gücü farklı tesirlerde kendini gösterir. Yani bazı insanlar ve onların söyledikleri, muhataplarının üzerinde çok etki eder; bazılarının ve ifade ettiklerini etki gücü ise düşük olabilir. Hatta “Sıfır Etki”den bile söz edebiliriz. Niye böyle olur? Etki gücünün az veya çok oluşunda devreye kişinin, “Özellik Karizması” ve ağzından çıkan sözlerin gücünün girdiğini söylemek mümkün. “Kişisel Güç” ya da “Özellik Karizması” kısmını başka bir yazıya saklayarak “Sözün Gücü”nden bahsetmek istiyoruz.
***
İnsan, simetrik bir yapıdır özünde; bu nedenle süslemeyi sever. Ondaki bu sevgi, düşünce ve duygularını ifade ederken süslü bir dil kullanmayı tercih etmesinin de sebebi olabilir. Bu sebep de insanın ruhunu zenginleştirir ve betimleme yapmasına fırsat verir ya da betimlemeler yapmasının yolunu açabilir. Tabii ki olmayabilir de… “Bu durum, yetiştirilme ortamı ve şartlarına uygun olarak şekillenir.” de diyebiliriz. Eğer kişi, süslü bir dil kullanmıyor; sıfat kullanmaktan kaçınıyor, betimlere de yer vermiyor veya çok az yer veriyorsa… Ne olur? işte, burada atasözleri ve deyimlere müracaat şart oluyor demektir. Çünkü sade ve yalın konuşmayı, etkileyici bir hale getirmek için tam da bu noktada, iletişimin başarısı ve anlaşılmanın yahut anlamanın sigortası durumunda atalara müteşekkir olmak lazım. Yolda kalan yolcunun yardımına yetişen, onların sözleri oluyor; ağzından, bal damlata damlata Türkçe'nin dağarcığını zenginleştirilmiş olan saygıdeğer ataların... İyi ki söylemişler bunca sözleri… Yoksa insanlar, nasıl etkileyeci hale getireceklerdi yavan konuşmalarını ve birbirlerini anlamayı ve birbirlerinden etkilenmeyi. Elbette sadece bu değil hitabette atasözlerinin faydası. Konuşmalarında sık sık atasözü kullanmakta olan hatipler, yabancı sözcüklerin tahakkümünden de kaçınmış hatta kurtulmuş olur. Malum; atasözlerinde, Batı kökenli sözlükler yok denecek kadar az sayılır. Neredeyse tamamı öz be öz Türkçe kelimelerden örülü bir hazinedir atasözlerimiz.
Hiç düşündünüz mü bilmem; atasözlerinin capcanlı birer munis mukallit ve hayali geniş oyuncu olduğunu… Gerçekten de atasözleri, dilimizin canlı oyuncuları gibi fikirleri ve duyguları, teori içerisinde pratik yaparak, “Minik fablları ve hikayeleri, “anlık sahne”lerde güle oynaya muhatabın, mevzuyu daha iyi anlamasını sağlamakta.
Farklı milletlerin “kanatlı söz”, “nasihat”, “ibret verici söz”, “altın söz”, “ halk mektebi”, “halk hikmeti”, ve benzeri anlamlar içeren isimler verdiği, güzel sözlü kültür ve edebiyatın bu benzersiz türü, günümüz Türkiye Türkçesinde, “atasözü” olarak isimlendirilmiş. Bu noktada, şunu söylemeden geçmeyelim: Farklı milletler içerisinde, bu türe en iyi ismi verenin de bizim hakkımızın olduğu da bir gerçek… İsme bakar mısınız: Atasözü...
***
Atasözleri ve deyimler, değişik zamanlar ve değişik bölgelerde yaşayan benzer toplum katmanlarının, hayatın pratik parçaları olarak yaşanan olaylar karşısında, insanların davranışları üzerine ortaya çıktığını düşündüğümüzde, Bir iç toplum dünyasının daha geliştiğinin farkına varıyoruz; buna “Ruhun Retorik Dünyası” da diyebiliriz, “Ruhun Sözel Genetiği” de... Daha da basitleştirerek ifade etmek gerekirse aslında, bu sözlerin toplumların davranış genetiğini de oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Halk Bilimci yazar Fethi Gözler, atasözlerinin özelliklerini şu başlıklarla sıralıyor: Atasözleri, daima bir yargı anlatır. Atasözleri, anlam bakımından dolgun ve zengin ifadelerdir. Çoğu zaman, atasözlerinin içindeki kelimelerden ikisi birbirleriyle tam ya da yarım kafiyeli olur. Atasözlerimi, nazmı andırır; kendinene has öz ve içten diyebileceğimiz bir ahengi vardır. Çoğu kez atasözleri, sözlük anlamınlarını kaybederek “mecaz” anlam kazanmış olur. Tıpkı bir çocuk gibi atasözleri, toplum içinde doğar; gelişir ve prensipler hâlinde yaşar. Anonimdir. Bu yüzden, toplumun ortak malıdır. Türk milletinin kuvvetli ahlak prensipleri, bu sözlerde derin tarihî gerçekleri dile getirir. Sn. Gözler’in yerinde tespitlerinin sonuna şunu da eklemek mümkün: Atasözleri... Uzak geçmişten tarihi, ekonomik, sosyal ve kültürel olgulara binerek geldiği için yakın zamanın insanlarıyla onların uzaktaki ataları arasında, sağlam ve kuvvetli bir köprü oluşturur. Kalabalıklar, bir kültür zemininde buluşarak millet olmanın keyfine varırlar. Dolayısıyla bir sohbet esnasında ya da konuşma sırasında anlatılanlar, atasözü ve deyim ile desteklendiğinde muhatabın gözlerinin için güldüğü ve anlağının açıldığı belli olur ve “Taşın gediye konduğu” da sallanan başla tasdik edilir. Bu jest ve mimik bir mesajdır aslında. Anlatana, amaca ulaşmış olduğunu ve anlaşılmanın mutluluğunu verir.
***
Şimdi de gelelim bu makalenin, asıl fikri omurgasına… Yukarıdan beri, dilimizin güzelliklerini anlata geldik de… Bu noktada, üzücü bir durumdan da söz etmek zorundayız. Uzun ve geniş bir geçmişe dayanan “Atasözleri Tarihi” doğal olarak; zamanın etkisi ile bir bozulma, değişme hatta zamane tabirle “GDO’lulaşma” hali de yaşamıştır dense yeri var. Devirler arasında ve dilden dile damıtılarak gelen bu özlü sözler, nasıl yaşandığını bilemediğimiz bir şekilde, bazı bozulmalara da muhatap olmuş. Ve ne yazık ki bu bozulmalar sonucu bu özgün atasözlerimizin, anlamlarını yitirerek yeni bir manalara eriştiğini görmekteyiz. Böylece, tümevarım mantığı ile yanlış kullandığımız atasözlerini yeniden anlamlandırarak, sözün sahibi olan bilge atalarımızla aramızdaki pergeli açmış durumdayız. Maalesef söz ve anlamdaki açı genişledikçe bizler, yerli ve milli yörüngeden kaymış oluyoruz. Bu durum, sonunda iyi mi oluyor; yoksa kötü mü?
Gelin; neyin, nasıl olduğunu anlamak için yaygın olarak kullanılan bazı yanlışları misalen görelim. Ve akabinde de yorumu, size bırakalım. "Su küçüğün, söz büyüğün." sıkça duyduğumuz bir atasözü değil mi? Genel olarak bu sözün; küçüklerin büyüklerden su istemesine kadar gittiğine ve de büyüklerin de; “N’apalım evlat! Atalarımız böyle söylemiş!” der gibi nahoş olan bu durumu kabullenmişliklerine ve de küçüklere, kabul ettirmişliklerine şahit olmasam böyle bir yazıya gereksinim duymayabilirdim sanırım. Bizce, işin ilginç yanı ise şimdiye kadar hiç kimsenin, bu atasözündeki tersliği düşünmemiş ve sorgulamamış olması… Sizce de öyle değil mi? Tabiatıyla atasözünün aslı, öyle olmasa gerek. Doğrusu, "Sus küçüğün, söz büyüğün..." şeklinde olduğu kesin. Şimdi sözün doğrusunu yazarak, ifadedeki doğru parçayı yerleştirmiş ve böylece ifadeyi de bilge bir zeminde, asıl güzelliğine ulaştırmış oluyoruz, sanırım. Gördüğümüz gibi bir küçük “s” harfi, neleri değiştirmiş; Anlam nereden nereye gelmiş?!
Buna benzer bozulmaları örneklemeye devam edelim. İşte atasözlerinden bir Kelam-ı Kibar daha: "Güzele bakmak sevaptır!" Bu sözün, bakan için bakışın verdiği rahatsızlığı kapatmada çok istismar edildiğini söyleyebiliriz. Biri bakışınızdan rahatsız oluyorsa eğer, işin kolayı var. Hemen; “Güzele bakmak sevaptır!” diyerek ortamı yumuşatabileceğiniz kadar tepki de alabilirsiniz. Bize göre bunun faturasını da atalarımıza kesmek hem haksızlık, hem de saygısızlık olacaktır. Bu sözün bozulmasında da yine tek bir harfin tesiri var. Aslında bu sözünün doğrusu; “Güzel bakmak sevaptır.” şeklinde... Görüldüğü gibi bu biçimiyle sözdeki anlam değiştiği gibi niyet de değişmiş oldu. Değil mi? Burada da kabahat, bir küçük “e” harfinin düşmesinde.
Devam edelim GDO’lu atasözlerini misallemeye: Hepiniz bilir ve seversiniz şu sözü; “Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz!” Şu an; “Aa, bu atasözünü de mi yanlış biliyoruz?!” diyorsunuzdur değil mi? Bu şekilde tepki vermeniz de normal aslında. Çünkü bu söylenişte anlam itibari ile mantığa muhalif bir düşünce ve duygu görünmüyor. Oysa işin içinde, ince bir ayrıntı var. Malum, atasözleri benzetme yaparken bazen, yer isimlerini de kullanır. Bu sözde olduğu gibi… Ama burada kullanılan şehir ve yer ismi bir tane değil iki tane... Bu nedenle atasözünün doğrusu; "Ane gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz!" şeklinde. Nasıl mı? Sözdeki “ana” aslında anne” değil “Ane” seklinde ifade edilmiş ilk halinde. “Ane” ise Bağdat'ta bir uçurumun ismi olarak geçmekte. Bilindiği gibi “Yar” bir eş sesli kelime olarak, uçurum anlamını da taşımakta. Buradaki ifadede de uçurum anlamı kullanılmış. Zamane insanı ise, bu sözü “yâr” ile karıştırmakta bir beis görmemiş olacak ki söylemiş geçmiş. Fakat bu arada, asıl anlamı uçurmuş durumda; ne yazık ki bunun farkında da değil. Görüldüğü gibi bu sözde de ufak bir şapka işareti manayı değiştirivermiş. Malum, “Yâr” aynı zamanda sevgili ve dost manasında kullanılan bir eşsesli sözcük ve bu sözde de uçurum değişmiş sevgili anlamıyla. Değiştiren bizler de Bağdat’ın eşsiz bir diyar oluşunu başka bir yerin eşsizliğinden örnekle açıklamış olan atalarımızın kemiklerini sızlatmışız. Ne yazık ki…
Bir başka örnek... Bu örnekte neşter, "Su uyur, düşman uyumaz..." sözü üzerinde yapmış yapacağını… Soralım; bu sözü duyduğunuzda, “su neden uyusun ki?!” diyen kaç kişi var aramızda acaba. Orada ki bir benzetmeyi, uyuma edimi olmayan su bile uyur da düşman uyumaz olarak yorumlayanlar da azınlıkta değil. Gelelim sözün doğrusuna. "Sü uyur düşman uyumaz". Buradaki “sü” asker manasında kullanılmıştır, ta işin başında iken… Hani var ya “Süvari” kelimesindeki Sü. “Süvari”nin de atlı asker olduğunu biliyorsunuz. Buna göre, mevzu edilen sözde, söylenmek istenen “Süvariler uyusa da düşman uyumaz!” şeklinde anlamlandırılabilir.
Peki, "Kısa kes, Aydın havası olsun!" sözünün doğrusu ne? Bu söz söylendiği zamanda, bir yöre ile ilgili özel bir bilgi vermekte; Aydın yöresi giyim kuşam geleneğiyle ilgili bir bilgi bu... Oysa bozulmuş ve yaygın hali, başlangıçta verilen bilgiyi yok etmiş yerine koyduğu başka bir anlamla da söyleyeni ve dinleyeni zorlayan bir hal almış durumda. Bu sözün aslında; "Kısa kes, Aydın havası olsun..." değil; "Kısa kes, Aydın abası olsun!" biçiminde olduğunu söylersek ne dersiniz? Malum, “Aba” bir giysidir. Ve diğer abalardan farklı olarak, Aydın Efesinin abası, kısa ve dizleri açık bir giysidir.
Örneklere bir de deyim ekleyelim: Sinirlendiğinde "Elinin körü..." diyerek kızan kaç kişiyizdir acaba? Ama artık sinirlenirlendiğinizde başka bir söz arayın kendinize. Zira bu deyimi de yanlış kullanmışız yıllar yılı... Bu deyimin aslında, “Elinin körü” değil "Ölünün kûru" olduğunu biliyor muydunuz? Buradaki “Kû” eski dilde mezar, gömüt olarak geçmekteydi. Bu durumda “Elinin körü” de oluyor ölünün mezarı. Yine bunun gibi yanlış kullandığınız bir deyim daha var: Ekonomik olarak iflas eden yahut zor durumda olanların dilinden, “Sıfırı tüketmek" sözünü çok sık duyulur. Aslında, sıfırı tüketmek bir manada; söylenmek istenene de hizmet ediyor. Yani sıfırın tükenmesi bir tükenmişliği de ifade etmiş oluyor. Oysa sözün doğrusu, "Zafiri tüketmek" olarak kayıtlı. Buradaki “Zafir” ise nefes ve soluk manasında kullanılmakta. Böylece deyim, işin bittiğini ve yapılan iş noktasında sonuca varıp dayanıldığını anlatmak açısından daha anlamlı olmakta ve hayati bir tükenmeden söz etmekte...
Atasözleri ve deyimler birikimimizde yukarıdakiler gibi çok fazla örnek mevcut. Bunlar ile benzeri atasözleri ve deyimlerdeki yanlışları sorgulamadığımız gibi onlara yeni anlamlar katarak kullanmakta, orta yerde bir kişinin taammüden yaptığı bir “Dil Operasyonu”nun varlığından söz etmek çok zor. İşin aslı; çocukken oynadığımız ve komik neticelere ulaşan, “Kulaktan Kulağa Oyunu”nu bilmeden oynamakla ilgili bir netice… Fakat bununla birlikte sözü edilen o çocuk oyunun bizi, çocuk yaşlarda düşürdüğü durumlara, yetişkin halimizde dahi düştüğümüzün farkında mıyız acaba? Bilmemiz gereken, her söyleneni doğru kabul ettiğimizde, bu kabullenişin neticesi, bazı hallerde, en iyi ihtimalle eğlenceli olur fakat bu esnada “Kültür yozlaşması”na çanak tuttuğu için vahim ve tehlikeli olabilmektedir. Yeri gelmişken, “Çanak tutmak” deyimini açıklamak gerekirse, “bir davranışı, sözleriyle kötü bir karşılık verilmesine olanak vermek, kötü bir karşılığı hak etmek” denilebilir. İşte, bilmeden yapılan hatanın tam karşılığı bu, kendiniz açısından: Çanak tutmak…
***
Bu arada, bir başka hususu da makaleye dahil edelim: Yukarıdaki örneklerde olduğu gibi sadece tek bir harfle bozulan sözlere değil de birbiri ile çelişen atasözlerine de dikkat çekmek icap etmekte. Böylece bazı yanlışları da doğruya tevdi edebiliriz. Bu nedenle gündelik dilde yaygın olarak kullanılan çelişkili atasözlerinden de bazı örnekler vermek gerekmekte. Mesela... “İyi insan, lafın üstüne gelir.” diyerek iltifat ederken “İti an, çomağı hazırla!” diyerek de hakaret etmiş olmuyor muyuz aynı zamanda? “Fazla mal, göz çıkarmaz.” diyene; “Azıcık aşım ağrısız başım.” sözünü hatırlatanınız var mı? Malum “Erken kalkan yok alır...” güzel bir “isteklendirme” atasözüdür doğal olarak. Bu sözü çürütmek için bazı tembellerin istismar ettiğini zannettiğimiz, “Acele işe, Şeytan karışır!” sözüne ne demeli? “Harama el uzatılmaz!” diyen ata ile “Üzümünü ye, bağını sorma!” diyen ata aynı olabilir mi? “İyilik yap, denize at!” sözü ne güzel bir sözdür değil mi? Keşke “İyilikten maraz doğar!” sözü olmasa idi... Fakat yine de bu iki sözü de etkili ve hala güncel bulanlardanım şahsen. Ayrıca iletişimde konuşmanın önemi kadar, dinlemenin önemini de vurgulayan atasözlerimizden biri de “Söz gümüşse sükût altındır.” Dinlemek için sükût etmeyi çok önemli ve etkili olduğunu düşünürdüm taa ki “Sükût ikrardan gelir...” sözü ile muhatap olana kadar.
Sonuç! Atasözleri, bir toplumun “Kültürel Anatomisi” ve “Bilgelik Genetiği”dir. Ama hangi atasözleri? Kişi söylediklerinin gerçek manasını bildiğinde, sözünün daha tesirli olacağı kanaatindeyiz. Bunun gibi eski deyimle “Halk Mektebi” sayılan atasözlerinden öğreneceğimiz çok şey olduğunu da düşünenlerdeniz. Unutulmamalı ki doğru kapıyı ancak doğru anahtarla açabiliriz. Anahtarımız doğru da olsa yanlış kapıda hırsız pozisyonuna düşmekten kurtulamamız mümkün değil. O halde biraz daha dikkat lütfen! “Kültürel Anatomi”yi ve “Bilgelik Genetiği”ni kimsenin bozmaya hakkı yok. Ancak bozulana düzeltmek de boynumuzun borcu...
Hülasa… Durum bu! İşte, bu noktada atasözlerinin bozulumu, hastalıklı ve yoz bir kültürel durumu, istenmeyen bir çocuk gibi sözün ve yazının ortasına doğurmuş durumda ve doğurmakta. İstenmeyen bu doğurganlığı arttırmak, mevcudu artan retorik hastalık nedeniyle geçmişle olan bağ koparıyor. Ve “Milli Hars”ın yerine uyduruk, zayıf bir köprü kuruluyor neticede. Toplumun, “yan basa basa” geçmeye çalıştığı bu köprüyle birlikte, ortaya çıkan saçmalıkları önce sözlere sonra da atalara mal edecek duruma gelmiş olmamız da ayrı bir kolaycılık garabeti. Oysa pekâlâ, mevcudu sorgulayarak ve hakikati araştırarak; doğru bilginin ve gerçek bilgeliğin peşinde olmak o kadar da zor olmasa gerek. Biraz dikkat lazım, o kadar.
Commenti