top of page

En büyük siyasi örgüt: OSCAR AKADEMİ

  • Ömer Yıldırım
  • 22 May 2021
  • 6 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 25 May 2021


Duyduklarımız, okuduklarımız yahut izlediklerimiz bunalttığında “çok ağır” geldiğinde eğlenme ihtiyacı duyduğumuzda elimizin altında her zaman çok fazla seçenek olamıyor. Ve çoğunlukla da ilk üç seçenek arasında da film izleme geliyor. Yani kafamızı boşaltmak için sinema salonlarına kaçarız. Peki yağmurdan kaçarken doluya tutulduğumuzu hiç düşündünüz mü? Asıl sinema salonlarında kafamızın dolduğunu iddia etsek ne dersiniz acaba? O halde kısaca bahsetmeye çalışalım. Sanırım bu hususu çokça tekrarlamak zorunda kalacağız.

Dünyanın neredeyse her ülkesine Hollywood yapımı filmler pazarlanmaktadır. Amerika’nın en güçlü endüstrisini de bu filmler oluşturmaktadır. Peki bu filmler neden bu kadar önemli? Çünkü bu filmler ile Amerikan kültürü, aile yapısı, ideolojisi tanıtılarak insanlar manipüle edilmektedir. Masallardaki uyutma, hayal kurdurma gibi özellikler dünyanın her yerine pazarlanan Hollywood filmlerinde de görülmektedir. Bu hali ile Hollywood filmleri için günümüzün masalları diyebiliriz. Fantastik kurgular ve teknolojik yeniliklerle sınırsız hayaller oluşturularak algılar yönlendirilebilmektedir. Pek çok Hollywood filminin, Pentagon tarafından şekillendirildiği ve birer beyin yıkama aracı haline getirildikten sonra da sinema salonlarında izleyicilere sunulduğu görülmektedir. Ayrıca sinema salonlarına gitmiyorum diyenler için de oturma odanızdaki televizyondan evinize destursuz girebilmektedir. Kimi zaman yaşanan hadiseler üzerine algı oluşturulurken kimi zamanda yaşanacak olaylara hazırlamaktadır. Ki biz biraz bu hususu irdeleyeceğiz. Bakalım hangi filmler yapıldı ve sonrasında Amerika’da ve dünyada neler yaşandı. Tabii biz bazı yapımları örnekleri ile sunarken onca tesadüfe ikna olmadığımız için bu düşüncelere sevk olduk.



O halde ilk “tesadüfle” başlayalım.

1997 yapımı Mel Gibson'un oynadığı Komplo Teorisi filminde Türkiye'de büyük deprem oluyor ardından ABD başkanı Türkiye'ye geliyor. Bu filmden iki sene sonra yani 17 Ağustos 1999 yılında Gölcük depremi oluyor ardından da Bill Clinton İzmit'e geliyor. Kucağına aldığı Erkan bebeğin Clinton’ın burnunu sıktığı anları hatırlamışsınızdır.

Birlik, beraberlik, kültür, gelenek, inanç gibi manevi ve soyut kavramlar maddi ve somut bir şeye ihtiyaç duymaktadır. Kimi zaman bir kitapla kimi zaman bir müzikle kimi zaman da bir filmle bu manevi ruh vücuda gelerek dağınıklığa son vermektedir. Ve satırda yazanları sadıra yani kalbe işlemektedir. Bir film sahnesi ortak bir duyguda bizi birleştirirken ayrışmamıza da sebep olabilir. Tıpkı silahtaki merminin bizi kurtaracağı gibi hayatımıza da son verebilir. Aslında niyetim bu meseleye ciddi eğilirken bir endişe ve korku yaratmak yerine farkında olabilmeyi sağlamak. Bu farkındalık sonucunda da üzerimize düşenleri gerçekleştirebilmek için çalışmak. Örneğin Romeo ve Juliet’i izlerken Leyla ve Mecnun’u da anlatabilmek izletebilmek. Tabii önce kendimize anlatmalıyız. Bu iki imkânsız aşk hikayesinin farkı nedir? Bu konu sanırım bize ayrı bir makale ödevi veriyor. Biz yeniden konumuza dönelim. Yani eğlence görünümü ile bize masallar anlatan Hollywood filmlerine.

ABD siyasetinde Hollywood ve Walt Disney gibi sair çizgi film stüdyoları, Pentagon’dan daha işlevsel ve kıymetli denilebilir. Yukarıda paylaştıklarımıza hemen ekleyelim; medyada yapılmak istenen algılar, biraz da “Oscar Akademi”nin yönlendirmesi ile şekillenmekte.


Burada bir soru soralım: Söz konusu medyatik yapı ve devamı olan kurum ve kuruluşlar kime ait ve hangi inaca bağlı? Sorunun tek cevabı var: Bu yapıyı vatansız ve inançsız düşünebiliriz.

Bulundukları ülkelerdeki kiliseler, dört bir yanı örümcek ağı sarmışken; boş durmayıp, başka ülkelerde de kilise açmaları, onların inançlarını nasıl sömürdüklerini gösterir. O an yaşadıkları vatanları, onlar için çok kıymetlidir fakat amaç, başka bir ülkeyi istila etmek ise hiç düşünmeden “o çok sevdiği kendi ülkelerini” de talan edebilirler. Planladıkları hamleyi yapmadan önce, harekâtı kolaylaştırmak için oluşturmak istedikleri algıyı ve çarpışma hazırlığını filmleri aracılığı ile gerçekleştirirler.

Bilindiği üzere, Amerika’da Siyahilere/Zencilere karşı reva görülen Irkçılığı ve Irkçı saldırıları sıkça görüyoruz haberlerde. Üçüncü sınıf mahallelerde toplaştırdıkları Afroamerikalıları, halen köle gibi gören “Irkçı Beyaz”ların sesi yüksek perdeden çıkmaya devam ederken, bakın ne oldu?



2003 yılında, bir film vizyona girdi. Başrolünde Jim Carrey’in oynadığı “Aman Tanrım!” filminde, Morgan Freeman adlı bir zenci aktör, Tanrı’yı oynadı. Ve 2007 yılında, aynı filmin devamı çekildi ve “Aman Tanrım 2!” vizyona girdi. Bu filmlerle o zamana kadar, “ABD de asla olmaz!” denilen bir “şey”e tüm ülke hazırlanmıştı sanki. Ve olmaz denilen oldu; ikinci filmden iki yıl

sonra Barrack Obama, ABD’nin ilk siyahi başkanı oldu. Malum, Ezoterik dünyada ABD Başkanları birer Tanrı gibi algılanırlar; Dünyanın Tanrısı…




Bunun gibi… Eşcinselliğin yaygınlaşması, örgütlenmesi hatta normalleşmesinde Oscar ödüllü 2003 yapımı Monster (Cani), 2008 yapımı Milk (Süt), 2010 yapımı Black Swan (Siyah kuğu), 2016 yapımı Moonlight (Ay ışığı) ve benzeri diğer filmlerin etkisinin çok fazla olduğu kuşku götürmez. Bunun gibi üzerinden algı çalışması yapılacak tüm filmler, bir proje olarak Hollywood’a ısmarlanır; orası da en ala filmleri yapar. Ardından Oscar Akademi, devreye girer. O kurum da dağıttığı ödülleriyle algıyı yönetir ve ülkede ve dünyada olacaklara hazır hale getirir zemini… Hemen hemen bu örgütlü kumpas hep başarılı olur. Çünkü bunların başarısının sırrı, göreceli eğlencedir. Ortaya konulan ürünlerle insanları eğlendirerek devam eden algı yolculuğunda, psikolojik unsurları göz önünde bulundurulur. Böylece sunulur seyirciye ama o seyirci, “Pskolojik kimliğine/kişiliğine” saldırıldığının ve “İç Duvar”ının yıkıldığının farkında olmaz. Katıla katıla güler ya da hüngür hüngür ağlayarak eğlendiğini zanneder. Bu işin arkasındaki güce de “şükran”larını arzeder. O güç, aslında seyircinin ne dininden ne dilinden ve ne de ırkındandır; vatanı da başkadır hadd-i zatında gayesi/amacı da…

Yahudi lobisinin büyük paralar yatırdığı, 1996 ABD yapımı bilim kurgu filmlerden biri de “Independence” Day (Kurtuluş Günü) filmi olarak bilinir. Bu filmi, vizyona girdiği yıl, “Aaba neden bu film!?” diyerek büyük bir ilgi ve merakla izlemiştim. Filmn konusu bildikti; düşman uzaylıların, dünyayı istilasını anlatmaktaydı. Doğrusu filmin nerede ise sonuna kadar siyasi ve dini bir bağlantı göremedim. Tam umudumu kesmişken yani senaryonun sonuna doğru, perdeye gelen bir sahnede olan oldu; verilmek istenen verildi. Orada, bir yahudinin, “Herkes, el ele tutuşsun!” dediği duyuldu; ardından da bir kenarda duran adama, “içeri gel” dedi. Bunun üzerine kenardan gelerek kadraja giren adam; “ama ben Musevi değilim…” deyi verdi. Buna karşılık Yahudi ise kenardan alana giren adama; “Kimse mükemmel değildir!” diyerek mesajı verdi ve oyunu bitirdi. Yani “Derin ve Kötü Akıl” sıradan bir uzaylı istilasının işlendiği filme, sırf yukarıdaki mesajı koyabilmek için milyonlar yatırmıştı. Sonuç, başarılıydı…

Herkes çocukluğundan beri bilir Walt Disney’i ve onun çizgi kahramanlarını… Hepimizi yakından ilgilendirdiğine göre gelelim Disney çizgi filmlerine… Bu adamın yapımlarını ve arka mesajını örneklendirmek arzusuyla kısaca üç popüler çizgi film üzerinden örnek vermek istiyorum.

Mesela Tom ve Jery filminde bazen, fonda silüet de olsa haç yahut kilise figürü görürüz. Bundan maksat, çocuk ergenliğe geldiğinde din algısı oluştuğunda ona, kilisenin daha sempatik ve yakın gelmesini sağlamak olarak işaretlenir.

İkinci örnek olarak; Miki Mouse’un elindeki beyaz eldivene hiç dikkatinizi çekti mi? Şu an; “Eldiven de mi mesaj?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Meraklısı bilir, Masonik bir simge olan beyaz eldiven, önemli bir mesaj vericisi sayılır. Gerçek hayatta da eldiven, kirli işler yapılırken eldedir ama bununla birlikte, eldiven çıkartıldığında kişinin elinin hala temiz olduğunu malumdur. İşte, Miki filminde muhatabına bu husus anlatılır. Yani “Hür ve Seçilmişler” olarak tertemiz olduklarına inanan “Biraderler” gerçek hayatlarında tüm pis işleri eldiven ile gerçekleştirir. Ve filminde Disney, şöyle der seyircisine: “Kirli işlerinizi yapmaktan çekinmeyiniz! Kolayı var… Kirli işlerinizi yaparken kullandığınız eldivenleri çıkardığınızda ellerinizin tertemiz olduğunu görürsünüz.”

Bunun gibi… Ninja Kaplumbağaların isimlerinin, Rönesans devrinin önemli ressamları olduklarını duymuşsunuzdur. Fakat onların düşmanı olarak görünen iki kişiye, hiç dikkat ettiniz mi? Söz konusu İtalyan ressamların temsil ettikleri değerlere karşı olanlar… Yani Rakstedi ve Bibap isimli mutantlar ise bir gergedan ve bir domuz olarak resmedilmekte... Bu örnekler uzayabilir her biri ile ilgili ayrı yazı da yazılabilir. Fakat bunları tesadüf olarak göremeyiz. Yani Yahudi açısından pis olan domuz ve en ilkeli temsil eden gergedan…

Burada durup tekrar yukarıya dönelim ve unuttuğumuz eklemeyi yapalım: İşin “eğlence” kısmına… Dünyanın en büyük siyasi endüstrisi olan Hollywood sinemasındaki film şirketlerinin isimlerinin uzantısı hep “entertainment”dır yani eğlence... Yine yukarıda verdiğim örnekler de birer eğlence aslında. Lakin içi menfi mesaj dolu eğlence… Ya da bize eğlence diye sunulanlar aslında, asla eğlence değil… Lakin bize öyle satılmakta...

Dememiz o ki… Rakibiniz gardını almışken yani tam savunmada iken ona saldıramazsınız; önce onun, gardını düşürmeniz gerekmekte. O yüzden izleyen ve izleten de önce eğlenceyi düşünür. Bunun en başarılı örneklerinden biri “Hayat güzeldir” filmidir. Filmin ilk yarısında tüm izleyenler gardını düşürmüş eğlenceli bir hikâye izlerken, film ikinci yarısında Nazilerin toplama kampı ve Yahudi katliamlarını bir çocuğun gözünden bize aktararak tabiri caiz ise şırıngayı tüm izleyenlere zerk etmiş ve herkes de o tesirle filmden çıkmıştı. Oscar Akademiye de bu filme üç Oscar ödülü vererek “Yaşa, görevini eksiksiz yerine getirdin!” aferinine layık görülmüştü.

Görsel ve sahne sanatları, dünyada kullanılan en etkili silah sayılır. Çünkü izleyenler ona, tamamen savunmasız bir şekilde teslim olurlar. Bunun dışında mesela konuşarak, yazışarak, ortaya en etkili tezleri de atmış olsanız, etkiniz zayıf olacaktır. İngiltere’nin önemli komutanlarından birinin bir soruya karşılık olarak; “William Shakespeare’i kaybetmektense Hindistan’ı bahşiş olarak veririz.” cevabı manidardır.

Kanatimiz o ki… Dışımızdaki ve içimizdeki düşmanlara karşı mücadele söz konusuysa algı yönetimi ve etkili iletim elde silah gibidir. Bunun için ise sanat ve sanatın gücü, tekrar gündeme gelmeli. Sonuçta olan biten savaş da kavga da olsa oynanan bir satranç oyunu… Ama bilinmelidir ki sadece asker ve piyonlar ile savaş kazanılmaz. Hal böyle iken ülkenin eğitim ve kültürden sorumlu makamların, ehliyetsiz ve liyakatsiz kişilere terkedilmesi doğru bir uygulama mı sizce? Ya da ne acı bir tablo değil mi? Tefekkür ve estetik ile yoğrulan bir inancın evlatları, nasıl olur da bu alanı boş bırakır. Nasıl ki sınırda Mehmetçik milletin huzurla yaşaması için ülkemizi düşmanlara karşı savunurken güçlü olmak durumundaysa savaş sadece füze ve silahla yapılmamaktadır. Kültürel sanatsal savaş da hepimizin malumu. O zaman bu alanda da alanında uzman yerli bir time ihtiyaç yok mudur? Bir yerli sinema ihtiyacı artık gün gibi ortadadır. Bu alanda bir kimliksizlik halinden kurtulmak durumundayız. Yönetmeni, yazarı, oyuncusu ve teknik ekibi ile yetişmiş bir kadronun üretimi ve yapacağı etki Türkiye’ye güçlü bir ülke olma yolunda büyük katkı sağlayacaktır.





Comments


Commenting on this post isn't available anymore. Contact the site owner for more info.

©2021 tüm yazılar Ömer Yıldırım'a aittir. İzinsiz ve kaynak gösterilmeden kullanmayınız.

bottom of page