top of page

Yıldızlararası / İnterstellar filminin kritiği THORNE’NİN TEFEKKÜR TETİĞİ

  • Ömer Yıldırım
  • 21 May 2021
  • 13 dakikada okunur


Her gittiğim büyük prodüksiyonlu (İnterstaller, Hobbit, Matrix gibi…) film sonrası bana, en çok sorulan soru, “biz neden böyle filmler yapamıyoruz?” şeklinde oluyor. Neden mi? Bundan önce soruya bir alan açmak için; “Biz, sanat adına ne yapıyoruz acaba?” diye sormak lazım! Cevap, “hiç”e yakın bir “hiç!” olsa gerek; o halde, sıralamadaki yedinci sanat sinema, nemizi aldı kaçtı ki? Fakat yine de unutmamak lazım! Bir “inek Şaban”ımız, bir “Recep İvedik”imiz; daha doğrusu bu tür yapımlara düşkün seyirci kitlemiz var ya…


Bu yazıda, 2014 yılında vizyona giren Yıldızlararası/Interstellar filminden bahsetmek istiyorum. Bu filmin yönetmen koltuğunda Christopher Nolan oturuyor. Hani şu Akıl defteri/Momento, Başlangıç/Inception, Kara Şövalye/Dark Knight, Prestij/The Prestige gibi önemli filmlerin yönetmeni olan kişi. Tekrar dönelim bilim-kurgu dalında tüm dünyada büyük bir beğeni toplayan “Yıldızlararası” filmine.


Bu yazıda “şurayı beğendim” “şurası da şöyle olmuş”tan uzak filmin bize anlattıklarını paylaşmak istiyorum. Çünkü filmi, hiç beğenmeyenler de var. Zaten bu da bilim ve bilgiye olan mesafenin fotoğrafını bize göstermekte. Bunları paylaşırken üst perdeden girip de “şu Recep İvedik” diye de devam etmeyeceğim. Çünkü sinema, sanat olduğu kadar aynı zamanda bir endüstri. Dolayısıyla bu piyasa için her türlü ürüne ihtiyaç var. Recep İvedik tarzı filmler yapılacak ki “zihin açıcı” yapımları da izleyebilelim.


FİLM, NE ANLATIYOR İNSANLIĞA?


Kısaca konusundan bahsedersek film, yakın gelecekte geçiyor. Film zamanında, çeşitli sebeplerle insan popülasyonu büyük oranda kırılıyor ve Dünya yaşanılmaz bir hale geliyor. Bunun üzerine NASA'dan arta kalan bir grup bilim insanı, uzun soluklu bir projeye imza atarak yeni ve yaşanabilir bir gezegen bulma çalışmasına başlıyorlar. Ancak ellerinde yeterince veri olmadığı için bu amaçla yani veri bulmak adına, birçok gezegene, öncül astronotlar gönderiyorlar. Aslında filmin konusu, önden gönderilen o astronotların bir kısmının Dünya'ya gönderdikleri verilerden yola çıkarak en iyi koşullara sahip olan gezegeni keşfetme sonra da oraya gidip kolonileştirmeyi hedefliyor.


Jenerikte, filmin baş yapımcılarından olan ve filmin bilim alanındaki tek danışmanı olarak Kip Stephen Thorne’nun adı geçiyor. Bu adama, kısaca bakmak lazım. Peki, kimdir bu Thorne? Astrofiziğe ve yer çekimi fiziğine katkılarıyla tanınan ABD'li bir teorik fizikçi olarak biliniyor. Kütleçekim fiziği ve astrofizik konularında araştırmalar yürüten Thorne’nun, Stephen Hawking ve Carl Sagan gibi büyük bilim insanlarıyla uzun zaman arkadaşlıkları ve ortaklıkları olduğu biliniyor. Mesela, bilimkurgu yazarı Carl Sagan'ın, “Contact” kitabına katkılarda bulunmuştu. Dünyanın önde gelen üniversitelerinden Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü'nde (Caltech) 2009 yılına kadar Feynman Teorik Fizik Profesörlüğü unvanını taşımış, Einstein'ın Genel Görelilik Teorisi'nin astrofiziksel çıkarımları konusunda dünyanın sayılı araştırmacılarından biri olan Thorne’nun araştırmaları kütle çekim dalgaları, kara delik kozmolojisi, solucan delikleri ve zaman yolculuğu, göreli yıldızlar, çok kutuplu momentler ve benzeri konular üzerine odaklanmakta. Hatta bu fizikçi, "solucan deliği" kavramının günümüzdeki en önemli araştırmacılarından biri olarak bilinmekte. Thorne’nun öz geçmişinde yer tutan bu bilgiler, filmle ilgili magazin pasajlar olarak görünse de altyapı olarak önemli denilebilir.



Bir başka gezegendesiniz ve iki adam birbiriyle yumruk yumruğa kavga ediyor


Carl Sagan'ın yüksek başarılı belgeseli Cosmos'un yeni serisinin sunuculuğunu yaparak büyük beğeni toplayan astrofizikçi Neil de Grasse Tyson, filmle ilgili beğenisini, esprili bir dille şöyle aktarıyor. "Bir başka gezegendesiniz, bir başka yıldızdasınız, galaksinin bir diğer kısmındasınız ve iki adam birbiriyle yumruk yumruğa kavgaya giriyor! İşte, bu film böyle bir şey!" Böyle bir tarif yapmış olsa da aslında Tyson'a göre film, bilimi ve bilim insanlarının çalışmalarını oldukça yüksek bir isabetlilikle aktarmayı başarıyor. Dendiği gibi film bir yandan da dünyadan çok ama çok uzakta iki astronotun kavgaya tutuşmalarını bizlere gösterirken, kavganın sebebinin dışında çok başka şeyleri de sorgulatıyor “insan”a. Bu anlamda Tyson, devam ediyor filmle ilgili görüşlerine. Mesela diyor ki; "Yapımcılar, uzayda sıfır kütle çekiminin nasıl, neden ve nerede oluştuğunu tam olarak biliyorlar." Bu konuda hatasız olmaları, filmin bilimsel “tam vuru”sunu gösteriyor. Ayrıca; sadece, bu da değil filmin neredeyse tamamının üzerine kurulu olduğu “Einstein'ın Görelilik İlkesi” de tam bir isabetlilikle aktarılıyor konunun satır aralarında. Tyson bunu şöyle yorumluyor: "Einstein'ın, göreli zaman kavramını bugüne kadar hiçbir filmin gösteremediği gibi deneyimleme şansı veren film, ayrıca Einstein'ın “uzay bükümü” kavramını da bugüne kadar hiçbir filmin gösteremediği bir başarıyla ortaya koyuyor."



Nedir solucan deliği?


Senaryoda yolculuk için, henüz varlığı tam olarak gözlenemese de evren içinde aşırı hızlı seyahat güzergâhı, “solucan deliği/kurt deliği” teorisi bağlamında düşünülmüş. Nedir solucan deliği? Filmde söz konusu deliği, bir kâğıdı elinize alıp iki kenarını birbirine değecek şekilde katladığınızda, birbirine değen uçlar arasında seyahat edebilmeniz şeklinde anlatılmakta Ya da kâğıdın arkasına geçmek için ortasından delmek. Normalde kâğıt açıkken, bir kenardan karşıt kenara kadar çizeceğiniz bir çizgi uzun bir yol oluşturacaktır. Fakat “kâğıt, kendi üzerine katlanırsa aynı yol, bir anda kısacık bir sıçramayla alınabilir hale gelir ya da ortasından delinirse kolayca arkaya geçilebilir.” düşüncesinden hareket edilmiş. İşte, kâğıt örneğindeki bu deliğin uzay düzlemindeki varsayımının adı, “solucan deliği/kurt deliği” olarak geçmekte bu teoride.


Washington DC'deki Kongre Kütüphanesi'nin Astrobiyoloji Başkanı olan Dr. David Grinspoon, “solucan deliği/kurt deliği” teorisinin anlatıldığı ya da denendiği sahneyle ilgili şunları söylüyor: "O sahneye bayıldım! Bu, bir fizikçinin bir solucan deliğini tam olarak nasıl anlatacağının resmidir! Zaten Kip Thorne da bir solucan deliğini, okulundaki dersinde, tam olarak böyle izah ederdi öğrencilerine. Ki zaten solucan deliği fikrini ortaya atan da oydu başlangıçta. Bilimsel açıdan delik sahnesi muhteşemdi. Bir fizikçi, yapımcısı olduğu filmde fikrini aynen böyle anlatırdı. Thorne da anlatmış zaten!"


İşin aslında yani Thorne’dan öncesi de olan solucan delikleri tahmini, Einstein'ın görelilik teorisinin çıkarımlarından sadece birisiydi. Fakat bunun etrafında, Einstein'ın düşünsel zamanında birçok konu da bulunuyordu. Ve film de bunların birçoğuna başarıyla değinmekte zaten. Tabii değinilen hususların başlıcası, black holes/Kara delikler ve bu gök cisimlerinin yakın çevresindeki tuhaf fizik yasaları...



Zaman yolculuğu mümkün mü?


Uzaysal mekân olarak senaryonun büyük bir kısmı, Kip Thorne tarafından tasarlanan denklemlerle ekrana taşınan dev bir Kara delik etrafında geçiyor. O halde nedir Kara delik? Thorne, filmdeki Karadeliği şöyle anlatıyor: "Ne Kara delikler ve ne de solucan delikleri, bugüne kadar çekilen hiçbir filmde gerçekten olacakları şekilde gösterilmedi. Einstein'ın görelilik teorisinin ortaya konmasından bu yana, gerçeğe yakın bir gösterim, ilk defa bu filmde gösterilmiş oldu." Bu anlamda, ışık dâhil, etrafındaki her şeyi içine çeken, devasa ve tabii solucan delikleri olarak çıktı seyircinin karşısına kara delik düşüncesi.



“Gelecekten bugüne gelip hayata, doğrudan müdahale edebilme şansımız...”


Filmin sonunda, aslında her şeyi başlatanın yine insanın kendisi olduğuna gönderme manasında, kara delik kullanılarak yapılan bir zaman yolculuğu gösterilmekte. Bu, teorik olarak mümkün gözükmekte ancak sayısız sıkıntıyı da beraberinde getirmekte. Film ise bunların hepsinden kaçınmayı tercih etmiş görünüyor. Örneğin; senaryodaki Cooper karakteri, tüm bu uzay yolculuğunu başlatacak olan "tuhaf kütle çekim alanını" ve kızının "hayalet" olarak tanımladığı, odalarındaki kitapların zırt pırt, durup dururken düşmesine nedenin, Cooper'ın kendisinin geleceğinde, kara deliğin içerisinde beşinci boyuta çıkarak yaptığı bir zaman yolculuğunun sonucunda, Cooper'ın ta kendisi olduğu gösterilmektedir. Yani seyirci filmi, "bugün" içerisinde izlerken, "bugün" yaşanan olaylar, aslında Cooper'ın filmin ta en sonunda zaman yolculuğu yaparak geleceğe dönmesi sonucunda "bugün"e etki etmesinden kaynaklandığını görmekteyiz. Fakat bu görüntü, birçok paradoksu da doğurmakta beraberinde. Bunun en bilineni, "büyükanne paradoksu" olarak geçmekte popüler fizikte. Peki, nedir “büyükanne paradoksu” denilen dilemma? Bu konuda diyor ki uzmanlar: “Eğer, gelecekten bugüne gelip hayata, doğrudan müdahale edebilme şansımız olsaydı, büyükannemizi daha gençken öldürmemiz mümkün olabilirdi. Bu durumda ölmüş olan büyükannemizden, annemiz veya babamızın doğması mümkün olmazdı. Dolayısıyla büyükannemizi, geçmişe seyahat ederek öldüren bizim de hayata gelmemizin imkânı görünmüyor. Ancak biz doğmamışsak, o zaman geçmişe dönüp büyükannemizi öldürecek kişinin de doğmamış olması gerekiyor. Bu durumda büyükanne ölemezdi ve her şey normal seyrinde devam ederdi. Ancak her şeyin normal seyri, bizim geçmişe giderek büyükannemizi öldürmemizle sonuçlanmakta. İşte bu durum, döngüsel bir paradoks yaratmakta.” Aslında söz konusu Paradoksa birkaç teorik çözüm önerilmiş. Ancak önerilmiş olsa da henüz zaman yolculuğu ispatlanmadığı için bu sorunun çözümlerinin doğrulanması da mümkün olmamakta.


Neticede söz konusu filmle ilgili anlatılar ve derlemeler bu şekilde. Hani, bazı filmler vardır ya bittikten sonra, hakkında uzun süre konuşulamaz ve konuşmak istenmez ya. İşte, öyle bir film “yıldızlararası” yapımı...


Tabii ki bu makaleyi, sadece izleyin demek için yazmadım. Kaliteli yaşam, mutlu hayat, pozitif idealler, bilgi açlığına doygunluk, manevi tatmin ve daha birçok şey için toprağa bakan yüzümüzü semaya kaldırıp birazcık tefekkür etmeli ve bize tefekkür aşılayacak arkadaşları, abileri, dostları ve onların zihin açıcı ve hatta eğlenceli anlatımlarını eksik etmemeliyiz. Demem o ki işte yazıyı bunun için yani “biraz tefekkür lütfen!” diye yazdım. Bu anlamda okunacak daha çok film; söylenecek söz var. Yeter ki insanda bakacak göz ve tefekkür edecek kalp ve beyin olsun.




Eğer yanlış hatırlamıyorsam 1999 yılında “Matriks” filmi ile başladı felsefe ve sinema endüstrisinin ilişkisi. 2001 yılında “Yüzüklerin Efendisi” ile devam etti. Yeni yüzyılın başında Hollywood aklı, Matrix’le birlikte felsefenin de ötesinde, Hristiyanlık ve Yahudi mistizmi ile sinema ilişkisinin ne kadar bereketli bir istikbal olduğunu keşfetti. Bundan sonra böylece hem senaristler, konu sıkıntısı çekmeyecek; hem de yatırımcılar, kazanç endişesine kapılmayacaklardı. Gerçekten dendiği ya da düşünüldüğü gibi oldu. Yahudi Tasavvufunun, senaryo kalıplarında şifrelenmiş hikâyeleri, sinemaya yeni bir anlayış ve para getirdi.


Hemen şunu söyleyelim; bu ortaklık ya da ilişki, tesadüfen bulunmuş bir keşfin eseri olamaz. Öyle zannediyoruz ki takvimin evrilerek, iki bin yılı itibariyle dünyanın yeni bir anlayışa girmesini sağlamak için derin mahfillerde tasarlanan “Metafizik Çağ”ın kışkırtıcı unsuru olarak Hollywood seçildi. Peki, “Bu tasarı kime aitti?” diye bir soru sorulursa… Bu sorunun cevabı olarak, “Hollywood yatırımcılarının kökenine bakmak gerekir.” diyebiliriz. Ve herkes biliyor ki Hollywood şirketlerinin neredeyse tamamı Yahudi kökenli sermaye tarafından oluşturulmuş durumda. Yani taşın altında yine çapanoğlu var!

Burada Yahudi ve “siyonist Hristiyan” diye adlandırılan bazı siyasi grupların, Yahudi teolojisine ve kabalaya yakınlığı sebebiyle dünyanın istikbali üzerine kurulan bir “derin planından” söz edilmekte. Bu planın “kıyamet ve ötesi” ile alakalı bir tasavvur olduğu da biliniyor; zaten, bu grupların bir diğer adı da “kıyametçi küreselciler” olarak geçmekte. İşte bu nedenle son yaklaşık yirmi yıllık dönem içerisinde, belki onlarca kıyamet filmi yapılmış durumda. Yazının başında adı geçen filmler de kıyamet öncesinden hareketle kıyamet sonrasının irtibatına dair hikayeler ihtiva etmekte.


Burada, “dünya ve ahiret ilişkisi” üzerine düşünenlerin karşısına çıkan bir unsurdan söz edelim ya da bir boyuttan yani zaman boyutundan. Geçmiş, bugün ve gelecek olarak, üç ana sektör olarak zamanın, geçmişinden çok geleceği ile ilgilenen “kıyametçi” anlayışlar, oradan aparacakları/çalacakları argümanlarla bugünü, hem de kendi istedikleri biçimde tasarlayacaklarını zannetmekteler. Daha doğrusu bugünü ve bugün yapılan mücadeleyi kazanmanın bir yolu olarak geleceğe gidip kavgaya oradan müdahale etmek düşüncesindeler. Böyle bir hamleyi, kesin sonuç alacakları bir atraksiyon olarak görmekteler.


Tabii ki onlara bu cesareti verenin Einstein ve onun “göreceli zaman teorisi” olduğunu biliyoruz. Zamanın göreceliğinin; insanın, bazı olağanüstü halleri hayata geçirmede bir faydacı yol olduğu zannediliyor. Bu faydanın birisi yukarıda sözünü ettiğimiz gibi “yarına giderek bugünü kurgulamak” üzerine... Ve dünyevi zaferi, “ahiret garantisi” haline getirmek olarak karşımıza çıkmakta. İkincisi de “ölümsüzlük”e dair bazı ipuçları yakalamak anlamını taşımaktadır. Bize göre, yani kadere inananlar için söz konusu hayalin her ikisi de mümkün görünmüyor. Öyleyse burada bir soru daha soralım; “Peki, kadere müdahale mümkün mü?” Belki! Ama bu belki halini belirleyen zamandaki duruşla ilgili bir durum diyelim ve yazının ilerleyen bölümünde izah etmeyi umalım. Bununla birlikte, konuya, Kur'an'daki “bilge adamı arayan Musa” kıssasına yeniden bir göz atarak, meseleyi o planda düşünmek lazım geldiğini de ekleyelim.


Bir bilinmez olarak zaman ve zamanı, bir boyut olarak algılayan anlayış içerisinde, bu bilinmezlik düzleminde seyahat etmenin olup olmayacağı konusunda Batı aklı, bilimini ve buna bağlı olarak Hollywood'u kışkırtıcı ortaklar olarak formatlanmış durumda. Batı için bu durum, yeni bir deneyim değil aslında. Yüz yıl önce, yine Batılı yazarlar ve onların Science Fiction tarzında yazılmış romanları üzerine bina edilmiş bilim kurgu hamleleri, gerçekten bilimin önünü açmakta bir lokomotif görevi görmüştü. Jules Werne, örneğinde olduğu gibi. Kısaca Batılılar, yine öyle olsun istiyorlar; anladığımız kadarıyla. Yani senaristler düşünsün; sinemacılar, bunu göreceli bir somutluğa dönüştürsün ve bilim insanları da oradan, bir gelecek sıçraması yapsınlar.

Peki, bir soru daha: “Bugün ve geleceğe dair insanoğlu, bilim çerçevesi içerisinde nelere ve nerelere ulaşabilir; istikbali, istikbalden önce, kurgulama adına neler yapabilir?” İşte, önemli soru bu! Zaten Batılı devletler adına bilim kuruluşları, “Hollywood hayalini” bu anlamda kullanarak, bünyelerindeki bilim adamlarının muhayyilesini kışkırtmakta acele ediyor. Bu kışkırtma sonunda; bugün, literatürde olabildiğince malzeme birikmiş durumda. İşte, bu nedenle artık, bir zaman yolculuğundan, kolaylıkla söz ediliyor. Henüz yolculuk yapılmamış olsa bile, bu konuda yapılmakta olan ekstrem hayallere ve böylesi bir yolculuğa; Astrofizikte bilinenler arasına dahil olan “paralel evrenler” ve “kara delikler” bir takım kolaylıklar sağlamakta.


Fakat burada, her ne kadar, salt pozitif ve somut alanlar üzerinden akıl yürüttüğü söylenirse söylensin, konu zaman ve istikbal ilişkisi olduğunda, Batı biliminin varıp dayandığı bir çıkmazdan söz edebiliriz. İşte, bu çıkmaz noktasında, “Yahudi mistisizmi” ve “kabala” yeni bir yol açmakta bilimin önüne. Bu konuda ve bağlamda, geçmişi birkaç bin yıla uzanan bazı olağanüstü keşiflerin, ilim diliyle yorumlanmaya zorlanması hususunda ortaya çıkacaklar veya bu manada geliştirilen kolaycılık, hakikaten insanoğlunu yeni gerçeklere ya da yeni yalanlara ulaştıracak gibi görülüyor.

Batılı bilim, göz önündeki biçimiyle hala “seküler bilim” olmanın somut özelliğini taşırken; arka planda artık teslim bayrağını çekmiş ve “soyut fiziğe” de kendi kanatları altında bir alan açmış görülüyor ya da görülmeden faal. Bu alanda soyut verilerin, somut veriler ışığında yorumlanmasından ortaya çıkan bir “soyut ilimsellik”ten söz etmek mümkün mü?” sorusunun cevabı; “Galiba evet.” olmakta. Fakat bu yolla ulaşılacak olan tecrübelerin nereye varıp dayanacağı hususunda bir bilgi yok. Ya da neticeye dair anlamlı ve zararsız bir tahminden söz etmek de mümkün değil.


Ancak bizim düşüncemiz; bu yolun, çok sağlıklı bir yol olmadığı hususunda sabit. Çünkü “soyut alan” dediğimizde karşımıza, “soyut alanın, soyut varlıkları” çıkmakta. Soyut varlıklar derken de kast edilenin cinler ve şeytanlar olduğu malum. Söz konusu varlıkların da başta İslamiyet olmak üzere, hemen hemen tüm Teolojik algıların yan parçalarından biri sayıldığı da bilinmekte. Dolayısıyla “bilim” kendi “alanı”nını terk edip “soyut alan”da bir takım kazılara başlamışsa ya da başlayacaksa kaçınılmaz olacak. Teolojinin kavramları ve bu kavramlar üzerinden bir takım arzu edilmeyen varlıklarla ilişki kurmak zorunda kalacak demektir. Mesele, bununla kalsa iyi! Bunun ötesinde denilebilir ki böyle bir hamleyle “pozitif bilim” büyüye evrilmek zorunda kalabilir.



Gelelim zaman ve zamanda yapılacak bir takım operasyonlar konusundaki, kendi bakış açımızı belirlemeye. Malum olduğu üzere, Kur'an'ın meselelerinden biri de Zülkarneyn olarak geçmekte. Henüz mahiyeti anlaşılmamış olan Zülkarneyn hikâyesinin, mekânı ve zamanı konusunda açıklayıcı bir bilgi yok. Lakin bu konuda fikir yürüten uzmanlar, Zülkarneyn hikâyesinin dünya coğrafyasında ve toprak üzerinde geçtiğini anlatmaktayken; buna karşın, bir kısım uzmanlar ise kıssada anlatılanın bir “zaman yolculuğu” olabileceği konusunda varsayımlar üretmiş durumdalar. Hatta bu anlayış sahiplerinin, Zülkarneyn hikâyesi üzerine biçtiği donun, “uzay, uzay zaman ve evrenlerarası Matriks olduğu hususunu da makaleye eklemiş olalım.


Bu minvalde… Örneklerin en önemlisi ise Miraç gerçekliği olarak tescilli. Anladığımız kadarıyla miraç, Hz. Muhammed'in Mirac’ı, bir “göksel yolculuktan” çok, bir zaman ve buna bağlı olarak zamansal mekânlarda seyahat olarak tarif edilebilir. Örnek vermek gerekirse kıyamet’in kopmadığı bu zamanın içerisinde bir cennet ve cehennem somutluluğundan söz etmek mümkün olmasa gerek. Ya da bu iki adresin, bir başka “Âlem/boyut/evrende” olduğunu varsaysak bile, bu iki mekânın hali hazırdaki ev halkından söz edemeyiz. Ancak Hz. Peygamber’in “miraç seyahati”ne dair verdiği haberlerde cehennem ehlinden ve cennet halkından da söz etmekte olduğunu işitiriz. Hatta hadislerden oralarda bulunanlara dair, ayrıntılı anekdotlar dahi anlatılmakta, Bu nedenle miraç yolculuğunun, bir gelecek yolculuğu olduğu zannımız anlamsız olamasa gerek. Bununla birlikte, söz konusu kutlu yolculuk, sadece bir evren üzerinde de değil; sidre-i münteha” denilen noktadan sonra “hiçlik âlemleri”ndeki geçişler esnasında kurulan seri seyahatler söz konusu. Münteha’nın berisinde ise yapılan yolculuk, zaten “gök katmanları” olarak, üst üste mekanlar şeklinde karşımıza çıkmakta. Ve her katmanda ölmüş bir peygambere rastlanılmakta. Bununla birlikte anlatımda, bir bakıma, katlar arasında tıklatılan “gümrük kapılarından” söz edilmekte.

İşte, buradaki soru şu; gerek münteha berisindeki gök katmanları, gerekse münteha ötesindeki hiçlik katman ya da katmanlar arasındaki geçiş hangi yolla sağlanmış olabilir? Tabii ki bir nevi soyut asansörle alttan yukarı doğru. Tabii ki izinle ya da sözel şifreyle açılan bir tünelden geçildiğini varsayabiliriz. Zaten İslam anlayışı, âlemler arasındaki “berzah geçişleri/tünellerinden” birinin haberini veriyor bize. Böyle derken, ölümle girilen mezar anlamında, “berzah alemi” ya da “tünelinden” söz ediyoruz.

Galiba mahşere çıkacak “alem-i berzah”tan sonra, cennete çıkacak bir başka berzah; cehenneme gidecek bir başka berzahın olma ihtimali de mümkün. Zaten bu aradaki geçide İslamiyet, “sırat köprüsü” adını koymuş durumda.


Gerek berzah, gerek sırat olarak geçsin; âlemler arasındaki bu geçişlere Yıldızlararası/İnterstellar filminde “solucan/kurtçuk deliği” deniyor. Olabilir mi? Mümkün! Fakat burada sorun şu: Sözünü ettiğimiz berzah ve sırat, Tanrısal planda oluşturulmuş “alem hakikatleri” olarak kayıtlı. Oysa filmde, insan eliyle ve ihtiyaçtan dolayı oluşturulmuş; hatta “zaman matkabı” diyebileceğimiz bir aletle delinmiş kapılardan/geçişlerden/tünellerden söz ediliyor diyebiliriz. Peki, “Astrofizikte böyle bir “inşaat ameliyesi” mümkün mü?” sorusunun cevabı yok. Çünkü tecrübe vaki değil, sadece bir varsayım duruyor önümüzde. Ancak kendimizi zorlayarak bir cevap vermek hâsıl olursa; bunun da mümkün olacağı kanaatimiz ortaya çıkar. Zaten filmde de sözü edilen geçit, halen uzayda var olan, gerçeğe yakın bir ilmi teori, black hole/Kara delik” olarak karşımıza çıkmakta. Astrofizikçiler tarafından, “sönmüş yıldızların yeri” ya da mezarı olarak adlandırılan Kara deliklere dair Kur'an'da da bir ipucunun olduğunu söylüyor din adamları. Bu ipucu da Yüce Allah'ın, bir ayette “yıldızların yerine yemin etme” ifadesi ile ilişkilendiriliyor. Hepsi bu!


Burada sorulacak soru, solucan/kurt delikleri”yle bir arka evrene ya da paralel evrene geçen insan, oradan devamla oranın zamanının, dünya zamanına denk düşen, paralel zaman üzerindeki pencerelerinden bakarak bu yanı izleyebilir mi?” diye sormak gerekiyor kanaatimizce ki film de onu tecrübe ediyor, kendi zaviyesinden. Verdiği cevap: Evet! Bizce de evet; zaten Miraç deneyiminde Peygamberimizin gördüğü, Cennet ve Cehennem hikâyeleri böyle bir izlemeden ibaret olsa gerek.


İzleme yerlerine bir ad verelim ve bunlara “boyutsal gelecek pencereleri” diye bir ad koyalım. Ve devam edelim... Evrenleri, sıfır mikron kalınlıkta oluşu sebebiyle birbirinin üzerinde değil, aynı yerde bulunan katmanlar olarak tarif edebilirsek ki edebiliriz… Bu durumda katmanlar arasından, berzahlar, sırat köprüleri veya solucan delikleri kurarak/açarak insanoğlunun, gelecekteki katmanlara geçebilirliği olası. Hatta oralarda operasyon bile mümkün sanmaktayız. Bu esnada, katmandan katmana doğru istikbal coğrafyasında ilerleyen insan, geçtiği deliklerden geri dönüp arkasında oluşmuş olan “gelecek pencereleri”nden geçmişe bakması da mümkün hale gelir; ancak uzun zaman aralıklarıyla...


Bunu bir örnekle izah etmek gerekirse… Bir kâğıdın ön yüzünü, “Bu alem/Bu evren”, arka yüzünü de Bu alemin paralel evreni olarak düşünelim. Ve kâğıdın ortasından bir delik açarak arka tarafa geçelim. Artık arka yüzündeyiz kâğıdın ya da arka âlemdeyiz ya da paralel evrende. İşte, orada bir gerçeklik ortaya çıkar. Kâğıdın ya da âlemlerin ön yüzü ile arka yüzü arasında zamanların ve takvimlerin farklı işlediğine şahit olmamız neredeyse kesin olarak tecrübe edilebilir; belki de birbirinin tersi istikamette... Dolayısıyla arka düzlemdeki sağa ve sola yapılan hareket, o düzlemin takviminin sonuna ve başına götürüp getirebilir bizi. Ve bu gidip gelmeler esnasında açılan, yeni deliklerle arka tarafta yaşanan başka zamanlara şahit olmak da bir gerçeklik olarak tecrübe katılabilir.


Burada söylememeniz gereken şey şu… Zamanda, geleceğe doğru berzahlar açarak ilerlemenin ve girilen âlemlerde operasyonlar yapmanın mümkün olduğunu söyledik ya... Fakat bu seyahati, bulunduğumuz zaman ve mekândan geriye doğru yani geçmişe doğru yapmak mümkün olabilir mi sorusunun cevabı belki… Lakin geçmişe yapılacak herhangi bir yolculukta, ulaşılan tarihlerde bir operasyon yapmak mümkün olamaz. Zira böylesi bir seyahatin, aynı katmanın üzerinde geriye doğru yapılmakta olduğunu fark etmiş durumdasınız; değil mi? Yani burada sözü edilen yolcu bir başka katmanda değil; aynı âlemde. Bu nedenle aynı düzlemin geçmişinde yaşanmışlıkları değiştirmenin, Kadere müdahale olacağı ve İlahi planda böyle bir müdahale imkânının kilitlendiğini söyleyebiliriz. Zira böyle bir hareket anında, Kader üzerinde operasyon yapmak, Yüce Allah'ın, cennet ve cehennem bağlamında haber verdiği ödül ve cezayı geçersiz kılar veya değiştirir. Ki böylesi bir hamle ya da ameliye -haşa- bizatihi Allah’ın Halıklığını/Yaratıcılığını ve Kayyumluğunu/Mutlak İdareciliğini tartışılır hale getirir. Hatta Allah’ı, Halık olmaktan çıkarttır ve bir “Ulu Mimar” haline derceder ve dünya dinini de Deizm’le eşleştirir. İşte bunun imkânı yok!


Son olarak… Bu hususta, bir de İslam kaynaklarındaki “Hızır” olgusuna bakmak ve ona isnad edilen gücü unutmamak lazım. Bir, “mekanlar üstü zaman gezmeni” olan Hızır'ın, diğer dinlerdeki karşılığının “merkezedek keşişleri” olduğunu da söyleyelim. Bu itibarla zaman gezginleri meselesinin, dünyanın değişik dinlerinde de yer tutmuş olduğunu görüyoruz. Bu olguda yer alan “zaman gezginlerinin” bütün özelliği, mekândan bağımsız oluşlarıyla ilgili. Yani sıradan insanoğlunun, toprak zemine basa basa yürüdüğü mekân bağımlılığını, zaman gezginleri için toprak değil, her ne ise “zaman toprağı”na basa basa yürümek olarak düşününce mesele anlaşılmış olur sanırım. Yani bizim mekânda yürüdüğümüz gibi onlar da zaman da yürüyerek; mekânın tüm hikâyelerinde var olmaktalar. Aslında, Ölüm Meleği olarak bilinen Azrail'in de özelliğinin bu olduğunu söyleyebiliriz. Yani zamanın zemininde yürüyen Azrail, aynı anda her yerde olabilmekte; tıpkı Hızır ve Merkezedek Keşişileri gibi… Bu arada, hatırlatmamız gereken iki kavram daha var: Tayy-i Mekân ve Bast-ı Zaman... Onu da bir başka zaman…


Kısaca bu konu, daha çok su kaldırır. O nedenle ve yer darlığı sebebiyle bu seferlik bu kadar olsun! Belki bir başka filmde, yine karşımıza çıkar bu konular ve zaman seyahatiyle ilgili olarak bu sefer söylemediklerimizi de ekleyerek; tefekkürü zenginleştiririz orada inşallah!


Commentaires


Les commentaires sur ce post ne sont plus acceptés. Contactez le propriétaire pour plus d'informations.

©2021 tüm yazılar Ömer Yıldırım'a aittir. İzinsiz ve kaynak gösterilmeden kullanmayınız.

bottom of page