top of page

La Case De Papel dizisi ve… LİKİDİTE ENJEKTE OPERASYONU

  • Ömer Yıldırım
  • 21 May 2021
  • 12 dakikada okunur


“Sana, her şeyi iyi veya kötü olarak görmeyi öğretmişler.

Ama eğer bizim yaptığımız şeyi başkaları da yaparsa bununla bir sorunumuz yok.

2011'de Avrupa Merkez Bankası, 171 Milyon Euro yarattı.

Karşılıksız...

Bizim yaptığımız gibi... Sadece daha büyüğü…

2012'de 185 milyon Euro…

2013'te 145 milyon Euro...

Tüm bu paraların nereye gittiğini biliyor musun? Bankalara...

Darphaneden direkt en zenginlere…

Kimse, Avrupa Merkez Bankası'nın hırsız olduğunu söyledi mi? Yo!

Sadece ‘Likidite Enjeksiyonu’ dediler. Yoktan var ettiler, Raquel; yoktan! (Bu arada, elinde salladığı parayı göstererek sorar) Nedir bu? Bu hiçbir şey, Raquel; bu bir parça kâğıt… Bu kâğıt, görüyor musun? Kâğıt! Şu an ben de “likidite enjeksiyonu” yapıyorum. Ama bankalar için değil. Burada, gerçek ekonomi için yapıyorum bunu. Bizim de arasında bulunduğumuz zavallılar grubu için...


Bu sözler, son zamanlarda tüm dünyada fenomen olmuş İspanyol yapımı “La Case De Papel” adlı diziden bir monolog. Okuyunca ne kadar ilginç olduğunun farkına varmış olmalısınız. Adamlar, bir paragraf içerisinde, bir dolu gizli bilgiyi verdikleri gibi dünya siyasetinin ekonomik canavarlığını da ifşa etmekte. Ve mesajlarını bir anarşist gibi bir komünist gibi servet düşmanlığı üzerinden veriyorlar sanki. Ve kapitalist devletin, onun da ötesinde batılıların ekonomik birliklerinin eleştirisi en acımasız şekilde yapılıyor, senaryonun satır aralarında.


Biliyorsunuz; son zamanlarda, özellikle dizi filmler üzerinden dünya tarihinin yansıması olarak güncel siyasetiin gizli okumaları yapılarak ya bir felsefe açığa çıkartılıyor ya da bir felsefenin, insanların beynine girip bir virüs gibi yerleşmesi sağlanıyor. Yine bildiğiniz gibi bu yöntemi, Amerikalılar keşfetti ve başlattılar. Uzunca bir süre dünya, bu konuları Hollywood filmlerinden ve Amerikan televizyon dizilerinden izledi. Diğer ülkelerin film ve dizi yapımcıları, Amerikalıları uzaktan takip ettiler; meraklı bakışlarla... Cesaretsizdiler önce... Lakin birkaç çekingen denemenin arkasından gördüler ki onlar açısından bu tarz konular daha fazla, kullanabilecekleri argümanlar daha çok; hedef gösterebilecekleri, genel anlamda bir “kötü batı” özel anlamda da “pis amerika” var. Yani vur abalıya gitsin! Kısacası bu tarz filmleri yapmak Amerikalılara göre daha zor; çünkü filmde, kötü tarafı olarak işlerini anlatacakları yine kendileri. İnsanın ya da film yapımcısının/aktörün, kendisini/kendi ülkesini ve milletini kötülemesi de kolay bir şey olmasa gerek. Fakat ikinci ve üçüncü dünya ülkeleri açısından daha kolay! Yeter ki bu ölçekteki ülkelerin, belli bir film ve dizi tecrübesi bulunsun.

Malum; bu anlamda Türkiye, yeterli tecrübeyi kazanmış görünüyor. Türkiye’de hem deneyimli film sektörü ve hem de filmin pazarlaması açısından oldukça mühim mesafe katedilmiş durumda. Hatta dizi film üretme ve pazarlama anlamında Amerikan dizilerinden sonra, dünya televizyonlarına en çok film satan ülkenin Türkiye olduğu söyleniyor. Ancak felsefe ve ideolojik kökenli, “komplo teorisi” kokan filmlerinde biraz yavanız. Kabul; bu konuda Türkiye, kendi iç piyasasına yönelik birkaç örnek üretti. Lakin bizim yapımcılarımızın, batıdaki örneklerinin kalitesinde olmak kaydıyla dünya çapında işlere, henüz imza atmış olduklarını gördüğümüzü söyleyemeyiz. Oysa günümüz dünya politik arenasında Türkiye'nin, adaletli bir koçbaşı gibi davranıyor olması hatta gizli kapaklı işlere karşı, açıktan meydan okuyan tavrı sebebiyle bu tür filmlerin, “baba yapımcılarının” Türkler olacağı düşüncesi, hiç de yabana atılacak gibi durmuyor. Fakat “İstwood’ta/İstanbul Filmciler Borsası”nda henüz böyle bir girişim söz konusu değil. Bakarsın; bu yazının yayınlanmasından sonra birilerinin, kafasında ışık yanar. Bunlar, senaristler olabilir; film yapımcıları olabilir ya da en önemlisi komplo teorisyenleri ve komplo yazarlarının bir araya geldiği/getirildiği bir üretim masası olabilir. Belki de sıralananlardan en verimli olanı, üçüncü kısım çünkü önce senaryo… Kısacası böyle bir başlangıç için “komplo teorisyenleri ve komplo yazarları denemeli.” diye düşünüyoruz.

Hatta yeri gelmişken, şunu da ekleyelim... Bu konuda yapılacak bir hamle ve çekilecek bir filmin, son zamanlarda Türk televizyonların da yaşanan senaryo kısırlığına çare olacağı, bu tür filmlerin çığ gibi büyüyeceğini ve peş peşe sipariş alacağını da eklemiş olalım. Zaten, ondan sonrası çorap söküğü gibi gelecektir. Zira dünyada, sadece alıcı olan ülkelerin televizyon idarecilerinin, bu tür filmleri gösterme hususunda iştahlı olacağını da söyleyebiliriz. Baksanıza; dünyada çekilen “Komplo Filmleri”ne gösterilen itibara… Bunların İnternet üzerinden orijinal halleriyle belki alt yazılı olarak seyrediliyor olmaları, müşterisinin çokluğunu gösteriyor. Bu nedenle film çekiminde tecrübesi olmayan dünya televizyonlarının daha makul fiyatlı Türk dizileri için sıraya gireceklerini ve bu tür alımlarının, diğer dizi fiyatlarına göre daha yüksek olacağını tahmin etmek de zor değil. Neyse!


Bu hususu kapatalım ve asıl konuya dönelim... İşte, bu tarz filmlerin yapımcılarından biri olmak niyeti ve düşüncesi üzerine, İspanyollar da kolları sıvamış görünüyor. Ve yaptıkları son işte başarılı oldukları hususunda da kuşku yok! Zira dünyada, ciddi bir seyirci kitlesine ulaşmış durumda çektikleri; “La Case De Papel” dizisi daha şimdiden…


Şimdi gelelim, her zaman yaptığımız gibi kısaca, filmin konusundan bahsetmeye. Özetin ardından da irdeleyelim inşallah bu ilginç filmi. Ancak irdelememiz iki katmanda olacak; bir, 2. Dünya Savaşı bağlamında; diğeri de İspanya iç savaşının sembolizmi anlamında. “La case de papel” dizi filmi bir soygun hikâyesini konu alıyor aslına bakarsanız. Bu anlamda, senaryosu da çok özgün sayılmaz. Hatta Amerikan filmlerinde, ana hatlarıyla birçok kez işlenmiş bir konu sayılabilir. Bir zamanlar dünya sinemalarını kasıp kavuran, eski kovboy hikâyelerinde de çoğu kez, tren soygunları ve banka hırsızlıklarına rastlamaktaydık. Bunun gibi soygun hikâyeleri, yeni nesil Hollywood filmlerinde de yer almakta. Ama söz konusu diziyi özgün kılan, hikâyesinden daha çok, hikâyeye giydirilmiş olan siyasetle ilgili...

Sözünü edeceğimiz soygunu tasarlayan; “Profesör” kod adlı bir açıkgöz suç elemanı… Ama o, sahte bir kişilik olsa da neticede bir profesör! Dolayısıyla senaryoda geçen soygunun planlayıcısı; bizatihi kendisi soyguna katılacak değil ya. Bunun için işin başında Bay Profesör’ün, geleneksel bir yönteme başvurarak, soygunda kullanacağı “anti-kahramanlar”ı, etrafta araştırmaya başladığını görüyoruz. Onun ihtiyacı, çok değil; hepsi sekiz adet anti-kahraman… Ancak bu anti-kahramanların, daha önce suç işlemiş ve bu anlamda sabıkası bulunan kimseler olmalı. Dolayısıyla Profesör, bu tür soygun filmlerinin genel karakteri olarak kaybedecek bir şeyi olmayan, sekiz suçluyu bir araya getirmek niyetinde. Tabii araması çok sürmüyor Profesör’ün ve artık onun elinin altında, verilecek göreve susamış sekiz adet anti-kahraman, soyguna hazır. Ancak bir husus önemli… Aralarında, bir baba oğul ve ikiz kardeş olmasına rağmen, bunların birbirini tanımasına gerek görmüyor Profesör. Ve böylece, bir araya getirdiği sekiz adamın, özel arkadaşlık kurması da yasak; birbirlerini görmesi gibi ne yapacaklarını ve gerçek isimlerini bilmesi de yasak! Böylece Bay Profesör’ün, aday seçimini bu minval üzere ve titizlikle yaptığını gözlemliyoruz.


Aradığı şartlarda, sekiz “suç makinesinin” tamamlanması üzerine Profesör’ün, işin teorisi üzerindeki çalışmaya geçtiğini görüyoruz. Yani şimdi, omurgası zaten hazır olan planı, detaylandırma zamanı. Bunun üzerine Bay Profesör, loş çalışma odasına çekilerek, farklı bir özelliği olan planının ayrıntılarına uygun olarak gerekli düzenlemeyi ve rol dağıtımını yapıyor; anti-kahramanlarını, isimlendirerek onlara yeni kimliklerini giydiriyor. Belki de Profesör’ün planın bir parçası ve de filmin en ilginç yanı olarak, adamlara yakıştırdığı isimler şeklinde karşımıza çıkmakta. Buna göre, senaryoda rol alan hiç kimse, kendi ismini kullanmıyor ve birbirlerine, Dünyanın değişik bölgelerindeki, bildik şehir isimleri ile hitap ediyorlar. Sekiz soyguncuya konan şehir isimleri hangileri mi? Şunlardır: Tokyo, Berlin, Moskova, Denver, Oslo, Helsinki, Rio ve Nairobi... Tabii bir başka ilginçlik de soygunun yapılacağı yer. Buna göre, soyulacak mekân, bir banka değil; İspanya Kraliyet Darphanesi...


Bu soygundaki farklılıklar, Darphane’yle tamamlanıyor değil. Bir başka farklılık daha var... Buna göre Profesör, şartı da baştan koymuş: Hiç kimse, darphanenin raflarını dolduran ve İspanya Maliye Bakanlığı kararıyla basılmış olan banknotlara dokunmayacak. Suçlularının ellerinin altında, deste deste yığılı olmasına rağmen, resmî kararla basılan mevcut paralara dokunmak, Profesör’ün kararıyla yasak. Daha doğrusu Profesör, asla bu paraları çalmak niyetinde de değil. Ya, nedir onun niyeti sizce?


Her neyse; öğreneceğiz nasılsa... Sonunda film yani soygun başlıyor. Filmin sekiz anti-kahramanı İspanyol Kraliyet Darphanesi soymak üzere harekete geçiyorlar. Fakat Darphane’ye yapılan baskın haber mi alınıyor, yoksa bizatihi filmin konusunu tasarlayan tarafından ihbar mı ediliyor? Bunu, ilk bakışta anlamak mümkün olmuyor. Her neyse, zaten bizim açımızdan önemli de değil. Sonunda seyirciler, soygun olayının, “Suçlu-Polis ve Rehine” üçleminde düğümlendiğine tanıklık ediyor.


Bu sırada Profesörün, sekiz anti-kahramanıyla birlikte “Darphane Matbaanın usta ve işçileri içerde; polisler dışarıda bekliyorlar. İşleyişte bir sorun yok aslında. Çünkü Profesör de tam böyle planlamış, kafasındaki hayalini. Soyguncuların, rehinelerle birlikte kendilerini, Darphaneye hapsedecekleri planlana dâhil. Plan uyarınca soyguncular, darphane çalışanlarını kendileriyle birlikte darphaneye hapsediyorlar. Plana göre bu sürecin, on iki gün sürmesi gerekiyor. Bu nedenle süreç, on iki gün olarak başlamış oluyor.

Bu arada bir başka başlayan şey de matbaa işçi ve ustalarının makinaları çalıştırıp baskı işlemine geçiyorlar. Ve böylece on iki gün boyunca, rehine matbaacılar, soyguncuların istedikleri rakama ulaşana kadar para basıyorlar. Ve on ikinci günün sonunda, matbaa makinaları durduruluyor. Böylece soygunun birinci bölümü, başarıyla tamamlanmış oluyor; bu işlemle birlikte.


Malum; bu arada basılan banknotlar, Profesör’ün kararıyla basıldığı için İspanyol Devleti'yle herhangi bir ilgisi olmayan miktar olarak algılanmakta. Bu anlamda Bay Profesör’e göre, İspanya Devleti'nden çalınmış herhangi bir paradan da söz edilemez. Dolayısıyla bu “Çılgın Profesör” ve “anti-kahramanları,” hiç kimseye zarar vermediği ve başkalarına yani Maliye Bakanlığına ait resmî paralara dokunmadığı için yaptıkları işi, tam olarak bir soygun olarak görmeme eğilimindeler. Dolayısıyla on iki günün sonunda, dışarıda bekleyen polisin geri çekilmesi ve profesörün kendine ait paraları bir kamyonla oradan alıp uzaklaşmasına izin vermesi gerekli değil mi?


Bay Profesör, ilk önce kendi kararıyla bastığı paralarını alıp gitsin. Sonra, oturup konuşulur. Profesör’e göre, buradaki suç, basılan parayla ilgili değil… Suç işgal edilen devlet binası, boşa çalıştırılan devlet makineleri ve rehin alınan işçiler... Eğer dava, bu minvalde açılırsa, sekiz eski sabıkalının, suç alanına bir suç daha eklemiş olur. Neticede, şeriatın kestiği parmak acımaz! Bu nedenle onlar da girerler hapse ve aslanlar gibi yatarlar. Dışarı çıktıklarında da zaten Profesör, onların payını hesaplarına yatırdığı için gider, paylarını alır; sakin hayatlarına dönerler. O halde “Niye vızıltı yapılıyor ki?” Sizce de mantıklı değil mi?

Evet, durum bu! Filmin geri kalan kısmını anlatmaya gerek görmüyoruz. Bizce, buraya kadar olan bölüm yeter de artar bile. Zaten ondan sonrasında, klasik senaryoların gereği olarak polisler, harekete geçer. Belki çatıyı delerek, belki duvarı yıkarak, Darphaneye girerler. Ve ortalığı dağıtırlar. Ve ya buna benzer birtakım gelişmeler olur… Geçelim bunları…


Filmin kısa özetini sizlere sunduktan sonra gelelim, filmin düşündürttüklerine… Anlaşılan o ki bu dizide soyguncular, bir bakıma kendilerini, İngiliz’in şu ünlü ve sevimli haydudu Robin Hood olarak görmekteler. Yani burada, “zenginden al fakire dağıt!” felsefesi öne çıkıyor gibi... Malum, Sherwood Ormanını yurt tutan Robin Hood ve çetesi böyle yapıyor ve İngiliz Prensi ve soylu yandaşlarına etmediğini bırakmıyordu. Galiba, çaldıkları şeylere de asla el sürdükleri görülmemişti. Onlar bir nevi “kamu hizmeti” görüyorlardı belki de Hıristiyan bir memlekette. Yani zekatın olmadığı bir ülkede, fakirlerin payı olarak Tanrısal bir kararla ayrılmış olan kısmı çekip alıyor ve sahiplerine veriyorlardı. Yani bir nevi, paranın kirini temizliyorlardı. Kim bilir belki “Robin Hood” kitabının yazarı, o yıllarda Müslüman memleketlere bir gezi yapmış ve tesadüfen paranın kirinin temizlenmesi operasyonu anlamına gelecek olan “zekat farizesinin” idrakine ermiş olmalıydı. Güzel bir uygulamaydı doğrusu. Burada sosyal kaygılar söz konusuydu ve bu kaygının sonunda ortaya çıkan, oldukça yararlı bir eylemdi. Öyle ki Rusya’da, komünist sistem ilk kurulduğunda, Bolşevikler de zekat yoluna başvurmuş ve özellikle Müslüman Sovyetlerde, zekata talip olmuşlardı. Fakat Robin Hood kitabının yazarı açısından bir sorun vardı; İngiltere Müslüman değildi. Dolayısıyla zekat gibi bir farize de yoktu. Yani bu ülkede kimse, hele hele zengin İskoçlar, parasının kırkta birini ayırıp her yıl çevresindeki fakir fukaraya, yoksula düşküne; “Al Bradır! Bu senin hakkındır!” diye takdim etmezdi, etmiyordu da zaten. İşte onun için ortaya attı, bir “Robin Hood Çözümü”nü bu sosyal kaygıları olan yazar… Diyelim!


Ve dönelim tekrar dizi filmimizin konusunun analize… Filmin Robin Hood'u olarak ortaya atılmış ve titizlikle soygun planını çizmiş olan Profesör tarafından, özenle seçilmiş olan sekiz suçlu ve onlara katılan matbaacılar, senaryo gereği birbirlerini hiç tanımasalar bile, bir ortak amaç uğruna, birlikte yaşamaktan başka şansları yoktu; bu nedenle on iki gün boyunca uyumlu bir iş bölümü yapıyor ve kardeş kardeş yaşıyorlar. Film tıpkı, bir zamanlar çok önemsenen komün hayatı ya da beraber yaşama kültürü gibi bir zorunluluğun yararlarına parmak basıyor gibi... Filme göre böyle durumlarda ortaya konan kurallara uymak çok önemli. Bu nedenle filmde, paralara el sürülmediği gibi rehineler başta olmak üzere, çevredeki eşyalar ve makinalar dahil hiç bir şeye asla zarar verilmiyor. Zira “soygun komünü”nün kuralı böyle.

Komün demişken… Filmin bir başka ilginçliği de sekiz anti-kahramanın giysilerinde karşımıza çıkıyor, Dememiz o ki soyguncular, bir nevi üniformayla yapıyorlar işlerini. Enteresan olan üniformaların rengi. Soyguncular, soygun işini, üzerlerine giydikleri kırmızı tulumlarla gerçekleştiriyorlar. Bu tulumlar da bize, kominizimi hatırlatmakta; işçi sınıfının tek tip forması ve forma renkleriyle. Giydikleri ya da taktıkları sadece bu değil; soyguncular, çalışma sırasında rehinelerle karıştırılmamak ve soygun anında ve sonrasında tanınmamak için ünlü İspanyol Ressam Salvador Dali’nin, “çığlık” tablosundaki maskeyi taşıyorlar. Hep, öyle yaparlar ya hani! “La case de papel” soyguncuların da gerçeküstü ve sıra dışı bir ressam olarak bilinen Dali’nin maskelerini kullanmaları tıpkı soygunun planı gibi özgür ve farklı bir düşünceyi yansıtmakta denilebilir. Bu arada, elde edilen kalıp paralar ise soyguncuların kararı ve yardımıyla basıldığı için kimseye ait olmadığı ve tamamen “la case de papel” anti-kahramanlarının “alın teri” olduğu düşüncesinden hareketle burada “banka ve kapitalizm sistem”ine ima yollu bir gönderme ve eleştiri olarak anlaşılmakta.

Öte yandan, “kötü karakterler”e verilen şehir isimleri, kod adları olarak onları kimliksizleştiriyor gibi görünse de aslında, izleyen tarafından eşitliği vurgulamak olarak algılanmakta. Bunun gibi farklı şehir isimleri, dünyanın farklı şehirlerindeki aynı düzeyden birileriyle network oluşturma maksadıyla ve aynı “kötü”ye karşı “sosyal isyan” düşüncesini harekete geçirmek için filme yerleştirilmiş gibi geliyor insana.


Berlin, Moskova, Tokyo, Denver, Helsinki, Oslo, Nairobi neden karakterlere bu isimler verilmiş?

Ayrıca bu şehirlerin ortak özelliği düşünüldüğünde, dikkat çeken bir mesele var: 2.Dünya Savaşı... Neredeyse bunların hepsi, söz konusu savaşta aktif olarak yer alan şehirler. Mesela; Nazi Almanya’sının başkenti olan Berlin… 2.Dünya Savaşında, aktif olan şehirlerden birincisi olarak bilinmekte. Soyguncular arasında bulunan “Berlin” kod adlı karakterin kendi geçmişine alaylı bir tavır ile yaklaşması tıpkı Avrupalıların, özellikle İspanyolların söz konusu savaş karşısındaki menfi tutumlarını vurgulamak için eklemlenmiş senaryo ya sanki. Tokyo kod adlı kişinin aykırı ve düzen bozan tavırları da aynı şekilde, 2.Dünya Savaşındaki Japonya’ya göndermede bulunuyor denilebilir.

Bu arada 2.Dünya Savaşının çıkışını tekrar hatırlarsak malum, savaş 18 Eylül 1931’de Japonya’nın, Mançurya’yı işgali ile başlamıştı Ve bu nedenle Rusya'yı ilgilendiriyordu. O zamanki adıyla Sovyetler Birliğini bu savaşın içeriğinde yok saymak mümkün olmamıştı. Hatta İlerleyen zamanda Moskova, savaşın dört baş aktöründen biri haline geldi ve savaşın sonunda masaya oturanlardan oldu. Sovyetlerin karakteristik şehirlerinden ve aynı zamanda idare merkezi olan Moskova, olmadan olmazdı bu film. Senaryo eksik kalırdı. Filmdeki Moskova kod adlı kişinin, baba oluşu; senaryoda yer tutan kazı işlemlerinin tümünü gerçekleştirmesi ve iş arkadaşları tarafından saygıyla karşılanan, temsil ettiği “baba figürü” durumu, Sovyetlerin Moskova’sını hatırlatmakta seyredenlere. Ve galiba film, Moskova profili üzerinden Sovyetlerin işçi devrimine selam gönderir gibi sanki. Tabii filmde, ABD'ye gönderme yapılmadan olacak değildi ya… Ancak ilk anda insanın kafasına şöyle bir soru takılıyor: “Niçin Amerika, Washington ve New York’la temsil edilmemiş de bu iş için çok da ünlü olmayan Denver kenti seçilmiş. Bu ülkenin temsili adına, Kolorado Eyâletinin Başkenti olan Denver’ın rastgele seçildiğine inanmıyoruz. Çünkü 2.Dünya Savaşında, Amerika’nın son anda ve birdenbire yer alması nasıl sürpriz olduysa Denver’ın filmdeki ekibe, beklenmedik şekilde katılması da aynı şekilde gerçekleşmiş olmalı diye düşünülebilir. Ama aslında, zannedildiği kadar önemsiz değil, Denver… Amerikan iç savaşında rolü önemli… Hatta savaşın, en etkin cephelerden birini oluşturarak tarihin seyrini değiştirmişti denilebilir. Aynen; Denver’ın filmdeki kıza yani Tokyo’ya âşık olarak soygunun seyrini değiştirmesi gibi... Soyguna dâhil olan farklı ve ilgi çekici bir diğer karakter ise Rio... O da tıpkı 2.Dünya Savaşında, Brezilya’nın arka planda kalması; savaşa son anda ve ilginç bir şekilde katılması gibi... Rio kod adlı kişinin soygundaki rolü de kısıtlı... Teknolojik sorunlar dışında, olaylarla hiçbir bağlantısı bulunmamakta.

Malum söz konusu savaşın en sert geçtiği cephelerden biri de Finlandiya olarak kayıtlı tarihte. Finlandiya’nın başkenti Helsinki’yi kod ad olarak almış olan karakter ile Oslo kod adlı karakter ile ikiz kardeş. Helsinki kod adlı karakter, tıpkı Finlandiya gibi soygun sırasında yaşanan hadiselerin en sert tarafında yer almış olarak görünüyor. Oslo’nun başkent olduğu Norveç ise savaşın ilk aylarında, Almanlar tarafından işgali sırasında uzun bombardıman altında kalmıştı. O zamanlar Oslo kentinde yaşananlar gibi kod adı Oslo olan karakter de filmde, büyük bir yıkıma kurban gitmekte. Son olarak, Nairobi kod adlı karaktere bakalım. Nairobi, belki de filmin en olumlu ve soğukkanlı karakteri olarak şekillendirilmiş fakat sonunda, Nairobi’yi zıvanadan çıkarken görüyoruz. Burada “Kenya 2.Dünya Savaşına katıldı mı acaba?” diye düşünüyor olabilirsiniz. Evet! Onlar da bu savaş sırasında İtalyan işgaline uğrayarak savaşa bulaşmışlar.


Profesör kimi neyi temsil ediyor?

Gelelim bu soygunun mimarına, kod adı ile Profesör’e... Soygun planı, aslında kendisine değil; babasına ait. Fakat babası, soygun girişimi sırasında vurularak öldürülüyor ve dümeni Profesör ele alıyor. Doğal olarak Profesör’ün 2.Dünya Savaşıyla herhangi bir bağlantısı yok. O burada, Fetbaz organizatörlüğü, egoist aklı ve en önemlisi şeytani zekayı temsil ediyor. Ki kendisinde var olan ve sözü edilen hususiyetler de yaptığı planın kusursuzluğuyla öne çıkıyor. “Kusursuz” dedik lakin her planda olduğu gibi Profesör’ün planında da bir bit yeniği bulunmakta. Bu anlamda Bay Profesör’ün planlarını karıştıran Raquel isimli biri var. Raquel, soygundan sorumlu bir emniyet görevlisi ve bu operasyonu yöneten kişi. Profesör, Raquel ile konan kuralın dışına çıkıp yakın arkadaşlık ilişkisine girmesi planın odağını dağıtmış oldu. Tam da bu noktada, aklın kusursuz gibi duran ve kendine güvenen halinin, bir gönül ilişkisi ile tepetaklak gittiğini adım adım görüyor seyirci. Bir bakıma “güvenme aklına ey zalim! Seni de kemiren bir kurt bulunur!” durumu. Yani hiç bir sır, gizli kalmaz ve gerçeklerin deşifre olmak gibi bir huyu vardır.



Neden çav bella marşı?


Dizide, geçmişten beri birbirini tanıyan iki karakter Profesör ile Berlin olarak karşımıza çıkıyor. Anlaşıldığı kadarıyla Berlin, planın oluşturulması sırasında Profesör’e yardımcı olmuş görünüyor. İki kafadar, planlarının kusursuz işleyeceğine dair herhangi bir kuşkuya sahip değiller. Filmin bir yerinde, karşılıklı yemek masasında oturan ikili, bu esnada yaptıkları durum değerlendirmesi sırasında, kusursuz zannettikleri planlarının işleyişini ve sonrasında olacakları konuşurken, kendilerinden emin ve gayet keyifli görünüyorlar. Bu sırada ellerinde şarap kadehleri Türkçe’de “Çav Bella” olarak bilinen, “Bella Ciao” şarkısını söyleyecek kadar kendilerinden geçmiş görünüyorlar.


Makalenin burasında söz konusu şarkıya büyüteçle bakmakta fayda var. Çünkü şarkının güftesi, yukarıda anlattılanlarla örtüşmekte. Bilindiği gibi "Bella Ciao" İtalyancada “Elveda Güzelim” anlamına gelmekte. Ama bu sözlerin yazarı bilinmemekte yani anonim diyelim. Melodisi ise eski bir İtalyan halk şarkısı olarak bilinen “Po Valley”in notalarını andırmakta. 2. Dünya Savaşı patlayınca, İtalya'da önce Mussolini'ye karşı; sonradan da Alman işgalcilere karşı mücadele veren İtalyan anti-faşist direnişçiler tarafından sözleri değiştirilmiş olarak, marş formatında söylenmeye başlamıştı. Direnişin sembolü haline gelen bu şarkı, kısa sürede anarşistleri, komünistleri, sosyalistleri ve diğer anti-faşist grupları bünyesinde toplamış olan İtalyan Partizanlarının resmî marşı haline gelmişti. Tabii bu sırada İspanyol iç savaşının sembol şarkısı da “Çav Bella” oldu. İç savaşta yenilen sol kesimin birtakım sembolleri vardı. Bunlar; kırmızı karanfil ve uçlarının ikisi de arkaya atılmış siyah atkı ile yukarıda sözü edilen “Çav Bella” şarkısıydı.


“La Case De Papel dizisi” Netflix’te dört sezon gösterildi. Tüm dünyada olduğu gibi bu dizinin, Türkiye’de büyük bir hayran kitlesi bulunmakta. Belki de diziyi dünyada en çok izleyenler arasında Türkler yer almış durumda; belki de birinci sıradalar dersek abartmış olmayız. Sanıyorum bu sebeple dizinin oyuncuları, Türkiye’deki hayranları için özel videolar çekerek internette paylaştılar.


Son söz olarak...


“La case de papel” dizisi çok açık bir şekilde ideoloji içeriyor. Yapımcıların yolculukları iyice belirgin halde verilmiş hatta onlara komünist de diyebiliriz. Bu anlamda mesajları da açık ve belirgin… Buna rağmen “la case de papel’” cilerin, kendileri gibi düşünmeyen milyonlarca insanın saygısını kazandıkları da aşikâr. O halde soralım: “Peki, bunu nasıl başarıyorlar?” dersiniz. Oyunu kuralına göre oynayarak tabii ki. Yani öyküsü ve kurgusu ile eğlence unsurlarını zekice işliyor. Burada mevzu edilecek husus, bence şu olmalı. Herkes işini yapıyor. Evet de biz n’apıyoruz?

Comments


Commenting on this post isn't available anymore. Contact the site owner for more info.

©2021 tüm yazılar Ömer Yıldırım'a aittir. İzinsiz ve kaynak gösterilmeden kullanmayınız.

bottom of page